Haber Üsküdar - Neval Okatalı

Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan'ın patolojik aşk kavramını kullanmasını ilk olarak oyuncu ve sunucu Vatan Şaşmaz cinayetine ilişkin açıklamasında gördük. Prof. Tarhan, gazeteci Sibel Ateş Yengin'e verdiği röportajda patolojik aşkı, "Kişinin gerçek ya da ulaşılamayan bir aşkı takıntı haline getirmesi, tüm yaşamını kişiye göre yönlendirmesi, yoğun duygular yaşaması" şeklinde tanımlıyordu. Prof. Tarhan'a göre, patolojik aşk acısından kurtulmak mümkün. "Filiz Aker hastaneye yatırılıp tedavi ettirilseydi ikisi de ölmezdi" diyor röportajda.

Prof. Dr. Nevzat Tarhan 2018 yılında Atatürk Üniversitesi'nde yaptığı bir konuşmada ise "patolojik aşkı tedavi edebiliyoruz" açıklamasında bulunuyordu. Anadolu Ajansı tarafından yayımlanan habere göre, Prof. Tarhan şunları söylemişti: "Aşk anında beyin kana kimyasal salgılıyor. Aşk anında el ve ayak titriyor, tansiyon ve nabız heyecandan yükseliyor. Aynı zamanda bağlanmayla ilgili de kimyasallar salgılanıyor. Bu durumda en çok anne çocuk arasındaki bağlanmayla ilgili oksitosin maddesi salgılıyor beyin. Bu oksitosin, aşk hormonu, bağlanma hormonu diye geçiyor. Bu hormon aşıklarda ve evli çiftlerde daha çok salgılanıyor. Bu hormon erkek maymunlara verildiğinde dişisi ve yavrusuyla daha çok ilgileniyor. Şu anda bu oksitosin İsviçre'de sentetik olarak üretildi ve sorunlu çiftlere tavsiye ediliyor. Bunu kullanan çiftler birbirlerine daha çok ilgi duyuyor ve aralarındaki bağı güçlendiriyor. Leyla ile Mecnun hikayesinde de bu durum aynıymış. Şu an Leyla ile Mecnun yaşasaydı ikisini de tedavi edebilirdik. Patolojik aşkı tedavi edebiliyoruz."

Prof. Dr. Nevzat Tarhan en son Kayseri'de katıldığı bir konferansta  Leyla ile Mecnun arasındaki aşkın doğasına değiniyordu: "Şu anda Leyla ve Mecnun gelse biz onları hastaneye yatırırız. Uygulanacak bir tedavi ile ne Leyla kalır ne Mecnun. Çünkü patolojik aşk, beyinlerini değiştirmiştir. Aşk öyle bir duygu ki gerçekleri yok sayıyor.”

Biz de bu patolojik aşk meselesini konuşmak için Prof. Dr. Nevzat Tarhan hocanın kapısını çaldık. 

Geçtiğimiz günlerde "Şu an Leyla ile Mecnun yaşasaydı ikisini de tedavi edebilirdik. Patolojik aşkı tedavi edebiliyoruz" şeklinde bir açıklamanız oldu. Sizce, edebiyatımızda çok önemli bir yer tutan bu karakterlerin aşkı “patolojik aşk” olarak mı değerlendirilmeli?

Önce aşktan ne anladığımızı belirleyelim. Patolojik aşk, eski tabiriyle "marazi" kişinin hastalık derecesinde âşık olması demek. Bir insanın kendine zarar verme özgürlüğü yoktur. Ve eğer kişi âşık olduğu için kendisine zarar verme noktasındaysa, bu psikiyatride patolojik sayılıyor. Kişi intihar noktasına gelirse veya bundan dolayı tehlikeli ve zararlı bir yaşam biçimine doğru giderse, meselâ sokaklarda yatmak, kendisini alkole vermek gibi… Çünkü böyle durumlarda beyindeki ödül ceza sistemi bozuluyor. Ödül ceza sistemi bozulduğu için, aynı bağımlılıktaki gibi bir mekanizma bozuluyor beyinde. Yani aşk esnasında beyinde aşırı dopamin salgılanıyor.

Aşırı dopamin salgılanması ne demek?

Dopamin iki şeyi sağlıyor, odaklanmayı ve bağlanmayı sağlıyor. Âşık olduğu kişiye odaklanıyor ve bağlanıyor. Onun dışında başka bir şey düşünmüyor. İkincisi de o kişide sarhoşluk hissi uyandırıyor. Dopaminin aşırı salgılanması halinde aşırı haz veriyor ve aşırı odaklanıyor. İşte bu yapay, uyarıcı maddelerle de yapılıyor, uyuşturucu da aynı şeyi yapıyor. Âşık olan kişinin de beyninde buna benzer bir durum oluyor. Böyle bir durumda bu kişilerde beyin kimyası bozuluyor. Bozulduğu için, “aşkın gözü kördür” deniliyor ya, kişi başka hiçbir şey görmez oluyor. Âşık olduğu kişiyi düşünmekten başka hiçbir şey düşünemez oluyor o kişi. Hayatındaki tek gerçeklik o oluyor. Yani evini ihmal ediyor, işini ihmal ediyor, mesleğini ihmal ediyor, sosyal hayattan kopuyor, izole yaşıyor. Hatta biliyorsunuz platonik aşklar var. Kişi âşık olduğu kişinin evinin önüne geçip saatlerce onu izliyor. O taşınırsa onunla birlikte o da taşınıyor. Böyle durumlarda, aynı bağımlılıktaki kriterler ortaya çıkarsa patolojik aşk deniyor.

Bağımlılıktaki kriterler nelerdir?

Bir defa aşırı zihinsel uğraş. Âşık olanda bu var. İki, bu kişide durdurulamayan, başarısız bırakma girişimleri vardır. "Âşık olmamam lazım" diyor ama kendisini durduramıyor. Mantığı devamlı gitme diyor, ne yapıyorsun diyor, olacak iş değil diyor. Meselâ evli birisine âşık olmuş. Veyahut âşık olduğu kişinin hiç haberi yok bu durumdan, platonik yani. Başlarda on beş dakika zaman ayırırken gittikçe bir saat iki saat, zaman aşımına girecek şekilde bu konuya zaman ayırıyor, sabah kalkar kalmaz başlıyor ve gün içinde tüm işini bırakıp onunla meşgul hale geliyor. Tehlikeli ve zararlı kullanım dediğimiz yani kendi hayatını tehlikeye atacak seviyeye geliyor. Meselâ araç kullanırken bundan dolayı kaza yaptığı oluyor. Onunla ilgili bir mesaja bakmak için tuvalete bile cep telefonuyla gidiyor ya da bundan dolayı hasta oluyor, mide kanaması geçiriyor ve doktorlar çözmeye çalışıyorlar bunu ve bunun düşünceden olduğunu söylüyorlar. Bu, literatüre “kara sevda” diye girmiş bir şey.

İbn-i Sina’nın bile hikâyesi var bununla ilgili. Nabızdan buluyor kara sevdayı. Bunlar olduğu zaman, kişi artık o olmazsa ben de olmayayım noktasına geliyor. “Ya benimsin ya toprağınsın” noktasına geliyor, böyle durumlar patolojik aşktır. Kişi artık onu kendisinin bir uzantısı gibi görüyor. Onu ayrı bir birey olarak görmüyor, onu kendisine bağlanmaya mecbur gibi görüyor. Birçok cinayete bakıyorsunuz, ya kıskançlık cinayeti ya da patolojik aşk cinayeti. Bu hastalıktır. Cinayet ya da intihar noktasına gelmeden bu kişiler tedavi edilebilir. Günümüzün getirdiği tıbbi teknoloji bunu sağlıyor. Biz altı aylık bir plan yapıyoruz, kişiyi iki-üç hafta yatırıyoruz hastaneye, beynin bozulan networkunu düzeltiyoruz orada. Elektriksel, kimyasal tedavilerle. Ondan sonra o kişi birden bire "ben ne yapmışım ya" diyor meselâ. Çok rastlıyoruz buna. Kişi iki-üç haftada kendine geliyor ama ondan sonra yakın takip süreci başlıyor. O süreç içerisinde altı ay o kişinin olumlu olumsuz karar vermemesini istiyoruz âşık olduğu kişiyle ilgili. Âşık olduğu kişiyi reddet desen tedaviden kopar. "Senin beyin fonksiyonun bozuldu, bir düzel, ondan sonra olumlu olumsuz ne zaman karar vereceksen o zaman ver" diyoruz. O altı aylık süreçten sonra o kişi artık daha sağlıklı düşündüğü zaman, muhakemesini bozmadan bir ilişki kurarak o problemi çözebilecekse çözüyor, çözemeyecekse onunla ilgili muhtemel riskleri görmesini sağlamaya çalışıyoruz. İnsanın kontrol edebileceği şey vardır, edemeyeceği şey vardır. Gücünün yeteceği şey vardır yetmeyeceği şey vardır, bunun ayrımını yaptırmaya çalışıyoruz. Bu muhakeme ile ilgili bir şey. Bunları yaptıktan sonra o kişi eğer devam ettirmiyorsa artık hisseden değil düşünen beyniyle hareket ediyor.  Düşünen beyniyle hareket ediyor, olabilecekse yapıyor, olamayacaksa onunla ilgili plan yapıyor.

Peki, hikâyenin akışı içerisinde Leyla ve Mecnun karakterlerinin duygu durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Fuzuli’de "onlar Allah ile buluştular" diye bitiyor. Yani öyle bitiyorsa o çileli dönemi, bir imtihana girmişler ve imtihanı da belki de bu şekilde bitirmişler diyeceğiz. Ama gerçek hayatta her aşkta böyle olacak diye bir şey yok. Yani Yusuf’la Züleyha’nın da böyle meselâ. Kişinin niyeti Allah’a yönelmekse bu duygu üzerinden, Mevlana’nın dediği gibi "Şeb-i Aruz" diyebiliyorsa, o onun manevi terakkisine sebep oluyor. Ama bunu diyebilmek, bu bağlantıyı kurabilmek, hele ki bu zamanda çok zor. Bu zamanda insanın aşkıyla oynuyorlar. Onun için bu durumda o kişiye aklını devreye sokacak bir tedavi uygulamak gerekir. Hisleriyle yaşıyor bu kişiler. Aklını devreye sokacak bir tedavide muhakemesiyle birlikte âşık olursa, karşı tarafta da karşılığı varsa o ayrı. Bu Fuzuli’nin tabii çok müthiş bir eseri. İnsan biyo, sosyo, psiko, spritüel bir varlık. Biyo, sosyo, psiko açısından ele aldığımız zaman biyolojik açıdan beyin fonksiyonu bozuluyor. Psikolojik açıdan kişinin muhakeme becerisi, ruh hali, duyguları, psikolojik fonksiyonları bozuluyor. Sosyal ilişkilerde de her şeyi etkiliyor. Ve spiritüel boyutta da, herkes o aşk duygusunu ontolojik olarak ele alamaz. Ontolojik olarak ele alırsa, varoluşsal olarak ele alırsa bir insan aşk duygusunu, böyle bir durumda o aşk ile birlikte hayatı sorgulamaya başlar, varoluşu sorgulamaya başlar, “bu duygu neden içimde var” der, “Allah, karşılığı olmayan bu duyguyu benim içime niye verdi” der.

Bir Allah dostuna "ne yapıyorsunuz" diye soruyorlar. "Ben dünyaya bağlanmış olan kalpleri alıp Allah'a bağlarım, yaptığım iş budur" diyor. Kişi kalpteki sevgisini, duygusunu Allah’a yatırım yapmalı. O, sevgi yatırımını fani şeylere yapmış çünkü. Onun yerine manaya, yaratıcıya yapmalı. Oradan Allah’ı bulabilir. Bu da bir manevi terakki yoludur.

Bunu bulabilmek biraz da kişinin kendi becerisiyle mi ilgili?

Kişinin kendisi ya da ona rehberlik eden kişiyle ilgili. Böyle durumlarda kişiye doğru rehberlik edebilecek birileri lazım. Ona yol gösterecek kişiler olursa kişi nirvana’ya ulaşabilir belki.

Peki, tedavi için size gelen kişiler bu kavramlara dair bir inanca sahip değilse, bu bakış açısını reddetmiyorlar mı?

O duygusu olan kişi zaten onu kendisi buluyor. Biz ona seçenek sunuyoruz böyle terapilerde. Bazı kişiler hiç o boyutu düşünmüyor. Körü körüne bir kişiye bağlanıyorlar. Böyle bir kişiye maneviyat dediğin zaman,"saçmalıyorsun" diyor. Böyle bir kişi kendine geldiğinde, belki o akut dönem geçtikten sonra, "bunlar neden oldu, neden yaşadım" dediğinde ve bunun hikmetini araştırdığında belki bulabilir. Allah insanlara acı çektirmek için musibeti vermiyor. Kulum bana yaklaşsın diye veriyor. İki şey var. Birincisi manevi terakki etsin bu kulum diye veriyor, ikincisi de günahlarından arınsın diye veriyor. Spiritüel açıdan ele aldığımızda iki tane hikmeti var. Kişi böyle durumlarda arınırsa, Allah’a yaklaşırsa, o da kazanım oluyor onun için. Yahut da manevi makamını yükseltecek şeyler yaparsa o da kazanım oluyor. Kişi olaya bu şekilde bakarsa, "Bunu yaşamamdaki hikmet ne" derse oradan Rabbini bulabiliyor. Bu gözle bakabilirse o sıkıntı ona rahmet oluyor. O gözle baktırabilmek de bu işi bilen irfan ehlinin işidir. O işi onlar yapacak, orası psikiyatrinin alanı değil. Böyle bir durumda eğer o kişinin böyle bir birikimi varsa, böyle bir arayışı varsa, o arayışta onun vicdanını, kalbini tatmin edecek kişilerin çok faydası olur. Öyle durumlarda onu bulması kişinin manevi terakkisine katkı sağlar.

O halde, her aşk vakası “patolojik aşk” tanımlamasına girmiyor değil mi?

Tabii. Patolojik aşk noktasına gelmiş kişiler başta bize gelselerdi, biz durum bu kadar kötüye gitmeden müdahale edebilirdik. Biz bazen ailelere diyoruz ki, bu kişilerin hastalıkları var, evlenmeleri ikisinin de yararına. Yakınları karşı çıkarsa ve bu kişiler evlenmezse ikisini de kaybederiz gibi bilimsel tespitlerimizi söyleyince bazı aileler istemese bile tıp böyle diyor diye kabul ediyor. O yüzden biz bir nevi tıbbi hakemlik yapmış oluyoruz onlara. O gençleri biz aslında korumuş oluyoruz. İşlerini kolaylaştırmış oluyoruz. Ortalığı yıkıp dökmeden bir araya gelmelerini sağlamak için uzman yardımı alacaklar. İlişki yönetimini yapamıyorlar bu kişiler. Bir ilişki varsa aralarında, kalbi, duygusal bir ilişki, onu yönetebilirlerse başarılı olabilirler. Onlara rasyonel ilişki yönetimini öğrettiğimiz zaman, kişi kâr zarar analizi yapıyor ve doğru kararlar alıp doğru adımlar atabiliyor.