Haber Üsküdar - Ayşe Gülay Ödemiş

Sıfır Yayınları'ndan yeni çıkan "Kimin Hayatını Yaşıyorsun?" başlıklı kitabın yazarı Sevinç Akçetin'le kitabını konuştuk.

Merhaba, seni tanımayanlar için Sevinç Akçetin kimdir?

Merhaba. 1980 Erzurum doğumluyum, ilköğretim ve lise tahsilim bittikten sonra İstanbul’a yerleştik. Öyle babamın tayini çıktığı için filan değil, ben kendimi büyük bir şehre tayin etmek istediğim için geldik. Hayattan hep daha fazlasını beklediğim için, mükemmeli aradığım için şimdilik meskenim İstanbul.

“Kendimi tayin ettim” dedin, bunun kulağa çok hoş geldiğini söylemek isterim. Hayattan beklentilerin yüksek olduğu için İstanbul’u seçtin. Peki Sevinç hayattan ne istiyordu ve istediği oldu mu?

Ben idealist biriyim, benim hayattan beklentilerim bitmez. Ama kendimi bildim bileli değişmeyen iki hayalim var. Biri yazar olmak, diğeri ise dünya turuna çıkmak. İlk hayalim kısmen oldu. Neden kısmen, çünkü büyük üstatlarla aynı sıfatta anılmak beni rahatsız ediyor. Bir kitap yazdığım için yazar olunuyorsa evet yazarım. Benim kendi içimde yazar kimliğimle bütünleşmem ancak edebiyat raflarında boy boy kitaplarım yer aldıkça mümkün olacaktır. Dünya turuna çıkmak ise maddiyata dayalı olduğundan para biriktirmem için sanırım uzun bir süre daha çalışmam gerekiyor.

O zaman yazar olmak demeyeyim, yazma isteğin nasıl oluştu?

Biraz uzun olacak anlatacaklarım... On yaşımdaydım, 1990 senesinde babaannemi kaybettim. Babaannemin ölümü beni boşluğa düşürmüştü. Çünkü babaannem bulduğu her fırsatta bana masal anlatırdı, o belki iki insan arasında bir öyküyü bana anlatıyordu ama ben hayalimde kahramanları farklı canlandırdım. Bu bazen iki kurt, bazen kedi köpek, bazen de tavşan olurdu, ama asla insan olmazdı. Çocuk dünyası diye düşünüyorum, büyüdüğüm zaman hayalimdeki kahramanlar insanlar olmaya başladı. Babaannemin ölümüyle hayallerim de öldü. Önce o gitti, sonra masal kahramanları. O zamanlar ölümün ne olduğunu kavramak benim için güçtü diğer her çocuk gibi. Ailemden herkesi ağlarken gördüğüm zaman kavradım ne güç bir durum olduğunu. Uzun bir süre dönmesini bekledim, hatta bir bayram günü mezarına gidip toprağının içine bayram şekeri bile  gömdüm. Yanıma yaşıtım olan amcamın oğlunu da alır, herkesten gizli gidip sohbet ederdim onunla. Sonra bir gün okulun kütüphanesinde elime bir kitap denk geldi, şimdi adını anımsamasam da içine düştüğüm boşluktan o kitap sayesinde çıktım. Yeniden hayaller kurmaya, zihnimde kahramanlar canlandırmaya başladım. Babaannemden sonra ilk defa yeniden hayal kurmak beni çok mutlu etmişti. Kitapların sihirli dünyası benim de kendime her şeyin yolunda gittiği bir dünya kurmamı sağlıyordu. Tam olarak Polyanna değilim ama hayal dünyam onunki kadar gerçek dışı. Kütüphanelerden edindiğim kitaplar sadece masallardan ibaret değildi, bazen de yaşımın üstünde kitaplar ilgimi çekiyordu, felsefe kitabı okuduğumu bilmeden romanın içinde buluyordum kendimi, hayal gücümü zorlayan hikayelere denk geldikçe düşünce biçimimi sorgulamaya başladım. Okuduğumdan bir şey anlamıyordum ama neden anlamıyorum deyip tekrar okuyordum. İnanır mısınız Sofi’nin Dünyası’nı üç kez okudum anlamadım, dördüncüde anladım ama aynı kitabı okuyan hangi arkadaşımla romanı tartışsak herkes farklı açıdan yorumluyordu. İşte o zaman anladım ki felsefe bir düşünce biçimidir, herkesin öz düşüncesi birbiri ile eşdeğer olamaz. Birçoğu Sofi’nin Dünyası’nı küçük kız-öğretmen ilişkisi diye yorumlar, ben o öğretmenin goril olduğunu iddia ederim. Sadede gelmek gerekirse, okuduğum her kitabın bir yazarı olduğu öğrenmek, ben neden yazmayayım ki hissini uyandırdı bende.

Yazmanın okumak kadar güzel olduğunu, bir başkasının hayal kahramanlarını değil de kendi hayal kahramanlarımı yarattıktan sonra fark ettim. Okula sunduğum kompozisyonlarım ortaokul öğrencisinin üstünde yazılardı. Öğretmenim bir gün okula babamı çağırdı. Ne konuştular bilmem ama sonrasında babam beni azarlayıp ders kitapları dışında başka bir şey okumamı yasakladı. O dönem aynı zamanda gazete de okuyordum. Köşe yazarları kendi fotoğrafıyla birlikte yazılarını sunardı. Yazarları yakından tanımak çok hoşuma giderdi. Çocuğum tabii, on üç filan. Kompozisyonum da haliyle siyasi. Şimdilerde siyaset ilgimi çekmiyor ancak o dönem babamın bana yasak koyması, ben de siyasi köşe yazarı olacağım diye günlerce söylenip durmama neden oldu. Olamadım tabii, ben edebiyat dedikçe babam sayısal dedi. Ben yazar olacağım dedikçe babam muhasebeci olacaksın dedi. Ticaret lisesi, işletme derken, ancak otuz dokuz yaşımda kitabımı basabildim. İlk kitabımı da benim gibi hayatı çalınan çocuklara ithaf olarak yazdım. Kimin hayatını yaşıyorsun diyerek girdim hikayeye.

Öncelikle çocuk yaşında yüzleştiğin acın için üzgün olduğumu bilmeni isterim. Kitabın da hayırlı olsun. Bana biraz kitabın içeriğinden bahseder misin?

Hayatı ailesi tarafından çalınan çocukların hikayesini yazdım. Romanımda beş kahraman var. Dört kız bir erkek, aynı okulda okuyorlar. Yaşları daha yediyken toplu bir kavga sonrası arkadaşlıkları başlıyor. Her durumda dostuz sözü vererek birlikte büyüyorlar. Her biri ayrı hayatlardan ve ayrı yollardan geçerek yaşamlarını sürdürüyorlar. Ailelerine rağmen birbirlerinden hiç vazgeçmeden zorlu bir süreçten geçerek kırk yaşlarına kadar hikayemde yer alıyorlar. Hepsi benim hayal ürünüm ama realiteden şaşmadan didaktik bir yazıyla onları okuyucuya sundum. Bol bol sosyal mesaj verdiğim romanım aslında benim düşünce biçimimi sergilerken, toplumun çoğunluğunun hâlâ bu çalınan hayatı yaşıyor olduğunu sergilemek istedim. Uzun yıllar okudum araştırdım. İnsan ve sosyal ilişkilerim iyidir, herkesin gerçekte olmak isteyip ama olamadığı hayatlarını dinledim. Kimseye anlatamadıkları sırlarını benimle paylaşmaları, onların sesi ben olmalıyım sorumluluğu yükledi bana. Kitabı yazdıktan sonra sırtımdan bir yük kalktığını hissettim ve çok rahatladım.

Kitabından beklentin neler?

Bu çığlığı herkesin duymasını, yani okumalarını istiyorum.

Bu seni mutlu edecek mi?

Hayır etmeyecek.

Niçin?

Çünkü tüm dünya insanı okusa bile, annemin hiçbir zaman okuyamayacağını bilmek içimde bir yerlerde benim mutlu olmama engel oluyor.

Annen hayatta değil mi?

Evet hayatta, ama annemin okuma yazması yok. Benim annem de hayatı çalınan çocuklardan biri. Hem de öğretmen bir baba çocuğu olduğu halde. Dedem çok saygın bir kişilikti, bütün çocukları okutup iyi bir yerlere gelmelerine vesile olan bir insandı. Ancak neden sadece annemin okumamış olması beni çok üzüyor. Annem şu halinde bile hükümet gibi bir kadın, okuma şansı olsaydı belki de ilk kadın Cumhurbaşkanı olacaktı. Neyse bu başka bir konu, belki daha sonra uzun uzun bunu da konuşuruz.

Peki, nasıl istersen. Son bir soru, bundan sonra Sevinç’i ne bekliyor?

Bundan sonra beni dünya turu bekliyor, daha fazla insan tanımak, ülke görmek, vizyonumu genişletmek harika olacak. Aynı zamanda eğitimim, gelişimim için yeni fırsatlar yaratmak ve tabii halihazırda yazdığım diğer iki kitabımı da okuyucuya sunmak için çalışmalar bekliyor.

Seni tanımak çok güzeldi Sevinç, sen diye hitap ettim çünkü insanların rahat konuşabilmesi için arada herhangi bir mesafe olmaması gerektiğini söyledin bana. İyi de ettin. Samimi geçen bu sohbet için sana çok teşekkür ederim.

Bana bu fırsatı verip zaman ayırdığın için asıl ben teşekkür ederim Ayşe Gülay.  Başarıların daim olsun.