Haber Üsküdar – Hazal Göksun, Sefa Mert Kahraman

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü ile İnsan Odaklı İletişim Uygulama ve Araştırma Merkezi (İLİMER) iş birliğinde "8 Mart Medya ve Kadın Sempozyumu" gerçekleştirildi.

İLİMER ve Gazetecilik bölümünün ortaklaşa gerçekleştirdiği sempozyumda birinci oturumun moderatörlüğünü İLİMER Müdürü Doç. Dr. Gül Esra Atalay yaptı. Oturumda Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nden Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Çağlayan Kovanlıkaya, Bianet Muhabiri Evrim Kepenek ve VMLY & R İstanbul Müşteri Direktörü Özlem Delikanlı medya ve kadın konusunda değerlendirmelerde bulundu. 

Doç. Dr. Gül Esra Atalay: “Kadınların medyadaki temsiliyetini artırmak için bu tartışmaların sürekli gündeme getirilmesinin gerektiğini düşünüyoruz”

Medya ve Kadın Sempozyumu ile kadınların medyadaki yeri ve yaşanan sorunlar hakkındaki tartışmalara katkıda bulunmayı hedeflediklerini belirterek oturumu başlatan İLİMER Müdürü Doç. Dr. Gül Esra Atalay, “Medya ve kadın ilişkisi çok sorunlu bir alan, biz derslerimizde de sıklıkla tartışıyoruz. Türkiye’de medya sektöründe kadınların yeterince temsil edilmediğini, çeşitli sorunların yaşandığını hepimiz biliyoruz. Medya sektöründe kadınların yönetici, karar verici pozisyonlarda yeteri kadar yer almaması başka bir problem. Bu durum kadınların medyadaki temsiliyetinin de az olmasına neden olabiliyor. Dolayısıyla kadınların görüşlerinin de duyulmamasına neden olabiliyor. Medyada kadınlar cinsiyetçi bir şekilde temsil ediliyor. Objeleştirilerek sadece fiziksel görünümleri üzerinden temsil ediliyor. Ya da pasif/zayıf karakterler olarak temsil ediliyor. Ve bu temsillerin yeni nesil için oldukça olumsuz sonuçları olabiliyor. Kadınların medyadaki temsiliyetini artırmak, iyileştirilmesine katkıda bulunmak için bu tartışmaların sürekli gündeme getirilmesinin gerektiğini düşünüyoruz” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Nazife Güngör: “Uygarlaşmada kadının ikinci sınıfta olma halinde bir iyileşme olmuyor”

Sempozyumun açılış konuşmasını yapan Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazife Güngör, konuşmasında önce ülkemizin yaşadığı deprem felaketine değindi ve yaraların bir an önce sarılmasını temenni etti. Devamında şunları söyledi: “Medya ve kadın konusu her yıl atlanmadan işleniyor. İnsanlık tarihinin başlangıcından geliyor kadın ve erkek konumlanması. Kadın maalesef yanlış konumlandırıldı, ikincil konuma düştü. Dolayısıyla hayatın her alanında da kendisini gösteriyor. İnsanlık güya uygarlaşıyor ama bu uygarlaşmada nedense kadının ikinci sınıfta olma halinde herhangi bir iyileşme olmuyor. Dolayısıyla burada ne yapılabilir? Tek çözüm yolu da bilinçlenmek ve bilinçlendirmek. Eğitim de yine eril kodlarda yapılıyor. Eğitimin içerisindeki malzemeye baktığımızda da geleceğe yönelik sürecin iyileşeceğine dönük birtakım ögeleri bulamıyoruz. Orada da bir sıkıntı var. Aslında mesele oldukça radikal birtakım aksiyonları gerektiriyor." Konuşmasında medya ve kadın konusuna da değinen Nazife Güngör, sözlerini şöyle sürdürdü: "Medyada kadına birinci olarak medya sektörde çalışan kadın olarak bakmak gerekiyor. Bir de işleyişinde, o içeriğin oluşturulmasında, medyanın temsili oluşturma konusunda kadının objeleştirildiğinii ve büyük oranda ikincilleştirildiğini görüyoruz. Bunun örnekleri çok sık yaşanıyor. Bizim asıl sorunumuz bu itip kakılmanın, çoğu zaman şiddete maruz kalmanın, bütün bu sorunların artık hayatımızın içinde normaller haline gelmesidir. En büyük tehlike budur. Çünkü normalleştirildiği zaman artık onu sorun olarak tanımlayamıyoruz, sorun olarak tanımlanamayan bir şeyin çözümüne de gerek kalmıyor. Belki de ülke olarak bizim en büyük problemimiz bütün bu durum ve sorunları normalleştirmiş olmamız ve bu normalleşmenin pekiştirilmekte olmasıdır.”

Prof. Dr. Çağlayan Kovanlıkoya: “Tarihimizi inkâr etmeden bir kadın dili mücadelesi verilmeli”

Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin oluşturduğu medyadaki eril dilin temeline inen Prof. Dr. Çağlayan Kovanlıkaya; "Mobbing, cam tavan konusunu her iki cinsin de normalleştirerek yaşaması. Burada bir inşa var. Biraz temeline inmek istiyorum. Eril dilin inşasına biraz bakalım diye düşündüm. Eril dilin belirleyiciliğinin yapı bozumu mümkün mü? Bu belirleyiciliğini yıkabilmemiz mümkün mü diye soruyorum ve ‘O yazıyor. O gazeteci. O ekonomist’ dediğimizde ‘O’ öznesi yüklemi ne olursa olsun. Öznenin ne olduğunu düşünerek tartışmamız gerekiyor. Kime tekabül ettiğini düşünerek başlamamız gerekiyor. Dilin bizlerdeki algısını, özellikle kadınlardaki algısındaki inşayı yenileyerek başlamamız gerekiyor. Bugün geldiğimiz noktada ‘O’ öznesini sorunca duruyoruz. 20 senedir bir mücadele var, gece yürüyüşleri. ‘Eril dilin belirleyiciliğinin yapı bozumuna uğraması mümkün mü diye sorduğumuzda bu dilin toplumsal cinsiyetli sistemin, ikili cinsiyetli sistemin. Yani bu sisteme dayanan atanmış iki cinsiyet üzerinden inşa edilen bir grup sonucu olduğunu düşünüyorum. Bu dil sistemin içerisindeki kadın ve erkek bedenlerinin üzerindeki içselleştirmelerimiz üzerinden çıkan kurgu olduğunu da düşünmeliyiz. Şimdi burada hem atanmış, cinsiyetlendirilmiş tanılandırılmalardan hem de onun bedendeki tezahüründen bahsediyoruz. Tarihimizi inkâr etmeden bir kadın dili mücadelesi verilmeli" dedi.

Gazeteci Evrim Kepenek: “Eril haber yazım dili de bir mücadele alanı. Değiştirip dönüştürebiliriz”

Hem kadın gazeteci olmak hem de eril haber yazımını biz nasıl dönüştürebiliriz konusuna değinen gazeteci Evrim Kepenek, küçüklüğünde gazete çıkardığını ama cinsiyet algısı yüzünden gazeteci olmayı hiç düşünmediğini dile getirdi. Devamında; “Bir kız çocuğuna gazeteci olma hayalini kurdurtmadı bu eril sistem. Sonra tabii ben bir şekilde kadın gazeteci oldum. Ve kadın olarak gazetecilik yapmak bir mücadele alanı. Polis-adliye haberleri hep erkek muhabirlere teslim edilir. Onların yapabileceğine inanılır. Haber müdürü sana der ki sen evine git. Çünkü saatlerce sürecektir. Biraz daha kadınlara uygun görülen toplumsal cinsiyet meseleleri üzerinden diğer alanlarda iş verilirdi. Eril haber yazımı hakkında da konuşmak istiyorum. Bu da bir mücadele alanı. Yaygın basının kullandığı birçok örnek var. Bunları sorgulamamız gerekiyor. ‘Bu ne diyor? Bu başka bir anlama geliyor? Bu kadını mağdur ediyor’ gözüyle baktığınız zaman o haberleri eleştirmeye başlıyorsunuz. Eril vaka açısından Münevver Karabulut cinayetini örnek vermek istiyorum. Benim bu eril dili sorgulamaya başlamamda milattır. Öldürülen bir kız çocuğundan ziyade bir aşk hikayesi izledik. ‘Bu çocuk çok aşıktı, kıskandı, o kadar çok kıskandı ki öldürmek zorunda kaldı’ya kadar gitti. Bir süre sonra erkeğe üzülmeye başladık. Münevver'i sorgulamaya başladık. ‘Kesik Baş Cinayeti’ olarak kodlanmıştı medyada. Her cinayette öyle. Gazeteci kullandığı her kelimenin neye hizmet ettiğini bilmeli” ifadelerini kullandı.

Müşteri Direktörü Özlem Delikanlı: "Eril dili yıkabilmenin mümkün olduğuna inanıyorum ama bunun için mücadele etmek durumundayız"

Eril dili dönüştürmek için mücadele etmenin önemini vurgulayan Müşteri Direktörü Özlem Delikanlı; "Benim çalıştığım ajansın yöneticisi bir kadın. Ve orta kademede çalışan birimlerin yöneticileri de ağırlıkla kadınlardan oluşuyor. Hiç yok mu ayrım? Var. Bunu kırmanın yolu ses çıkartmak. Bizim ses çıkartmadığımız, buna müdahale etmediğimiz noktada herkes tarafından rahatlıkla kanıksandığı için bir dönüşüm olmaz. Biz ses çıkarttığımızda dönüşüm olur. Bizim kreatif direktörlüğümüzün çoğunluğu erkektir. Ve cinsiyetçi tanımlamaları çok tartıştığım bir ekiptir. Artık yanıma gelirken metinleri birkaç kez okuyorlar. Bu artık onların kafalarında soru işaretlerinin oluşmasıyla ilgili. Oluşmak zorunda. Biz eğitim seviyesi düşük bir kitleyle çalışmıyoruz. Bunu yıkıp öğrenebilme kapasitesinde herkes. Reklam kadını temsil açısından çok sorunlu ve eleştirilen bir alan ama dönüştürülebilir. Bu biraz sizin bire bir çalıştığınız insanların bakış açısıyla ilgili bir konu" sözlerini kullandı.

İLİMER ve Gazetecilik Bölümünün ortaklaşa gerçekleştirdiği sempozyumun ikinci oturumunun moderatörlüğünü Doç. Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan yaptı. İstinye Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı Doç. Dr. Aybike Serttaş Ertike, yönetmen Funda Uluköse, senarist Selcan Özgür ve Medyascope muhabiri Dilek Şen medyadaki kadın algısı konusunu son dönemde yaşanan olayları da kapsayacak şekilde tartıştılar.

Yönetmen Funda Uluköse:“Kadın olarak sokakta, evde ne yaşıyorsak çalışırken de aynılarını yaşıyoruz”

Medya sektöründe bir kadın yönetmen olmanın zorluklarını anlatan Funda Uluköse, “Ben 1998 yılından bu yana özellikle televizyon sektöründe yönetmen ve yapımcı olarak çalışıyorum. Esas deneyimim televizyon prodüksiyonu ve belgesel yönetmenliği üzerine. Sabahki oturumu da biraz dinleme şansım oldu aslına bakarsanız ve gördüğüm şey şu ki aslında biz kadın olarak sokakta, evde ne yaşıyorsak, çalıştığımız ortamlarda da bunun bir yansımasını yaşıyoruz. Toplumsal olarak kadın erkek eşitsizliğiyle ilgili ne söyleyebilirsek medyada da çalışan bir kadın olarak aynısını orada yaşıyorsunuz hiçbir farkı yok” ifadelerini kullandı.

“Ayrım işe alınırken başlıyor”

Ayrımın daha işe alınırken başladığını belirten Uluköse, “Medyada çalışan bir kadın olarak bu zorluk nereden başlıyor, eğer bizi dinleyen genç arkadaşlarımız da medyada çalışmak üzere gelecek planları yapıyorlarsa şunu söyleyebilirim ki daha işe alınırken bu ayrım başlıyor. Üstelik işveren tarafından da görmüyorsunuz bu ayrımı çoğunlukla ailede görüyorsunuz. Çünkü çalışma ortamı olarak kendi deneyimim üzerinden konuşursam televizyon ve prodüksiyonun hangi dalında olursanız olun çok konforlu bir çalışma alanı değil. Aileler daha çocukları ilk başta geç saatlere kadar çalışmak, belirsiz sürelerde mekanlarda çalışıyor olmakla ilgili zaten frenliyorlar. Yola çıkarken ilk başta zaten bu zorlukla karşılaşıyorsunuz. Ben çok kadın asistanımı hatırlıyorum ailelerinin tavrı ve tepkisi yüzünden işlerini bırakmayı tercih ettiler. Çünkü diyelim ki bir televizyon programı hazırlarken geç saatlere kadar kurguda kalmanız ya da bazı çekimler için şehir dışına gitmeniz gerekir. Bir asistanım vardı; babası, bizim işimiz gece saat üçe dörde kadar sürdüğü ve kızının taksiyle eve gitmesine razı olmadığı için arabayla kurgu stüdyosunun dışında beklerdi. Bir süre bekledi ve asistanım olan arkadaşım dayanamadı, ‘ben böyle bir işte çalışamayacağım’ diyerek vazgeçti. Tabii bu sonsuza kadar sürecek bir şey değildi ama bir şekilde yönünü değiştirmek zorunda kaldı” şeklinde konuştu.

“Yönetmenli, bir filmi çekme becerisinden öte oradaki orkestrayı yönetme becerisidir”

Yönetmen olarak karşılaştığı zorluklara da değinen Funda Uluköse, “Benim karşılaştığım iki zorluk, biri kadın olmak bir de bana biraz genç yaşta sorumluluk verilmişti ve TRT kadrosuyla çekilen bir prodüksiyonun yönetmenliği verilmişti. TRT kadrosunun altını çizmemin sebebini belki genç arkadaşlarımıza açıklamak gerekir, daha katı kuralları olan, orası televizyonculuk uygulamasında biraz daha kuralları belli olan bir yapıdır. Ekipteki tek kadın bendim. Sesçi, kameraman, asistan, şoför herkes erkekti ve şehir dışına çekimlere gidiyorduk. Burada şöyle bir durumla karşı karşıya kalıyorsunuz: Sizin zaten genç bir kadın olarak mesleki becerinizi ispat etmeniz gerekiyor. Bir de işinizle ilgili, ‘bunu nasıl daha iyi yapabilirim?’ ya da ‘burada doğru mu yanlış mı yapıyorum?’ gibi şeyler düşünürken bir de bunun yanında oradaki sizden de yaşça büyük olan erkekleri yönetmeniz gerekiyor. Yönetmenlik, bunca zamanda benim öğrendiğim bir filmi çekme becerisinden daha öte oradaki orkestrayı yönetme becerisidir. O orkestranın elemanlarının çoğunun erkek olması başka becerilerinizi de geliştirmenizi gerektiriyor” diye konuştu.

Senarist Selcan Özgür: “Kadın hikayesi yazarken kadın senariste gidilir, erkek hikayelerinde sırt çevrilir”

Sektörde kadın olma kimliği üzerinden ikincil bir şeyin işlediğini belirten senarist Selcan Özgür, “Kendi yaşadığım şeyi söyleyeyim: Senaryo masasında erkek hikayeleri ve kadın hikayeleri diye bir şey vardır. Kadın hikayeleri için ilk düşündüğümüz şey şüphesiz şu: Kadın bakış açılı hikayeler ya da erkek hikayeleri için erkek bakış açılı hikayeler. Kurmaca üzerine düşündüğümüz ve kurmaca üzerine hareket ettiğimiz bir yerde yani hayaller kurduğumuz ve bunları da hayatta benzer bir yerden iş haline getirdiğimiz bir yerde kadın bakış açılı işleri sadece kadınların yazması beklenemez değil mi? Öyleyse erkek yazarları çok büyük bir şeyden mahrum etmiş oluruz ya da biz kadın yazarların erkek hikayeleri yazamaması ki bunun hem dünya edebiyatında hem sinema tarihinde hem televizyon tarihinde çok büyük ve çok iyi örnekleri var. Mesela yapım masasında hep kadın hikayesi yazarken ya da romantik aşk hikayeleri yazarken hep bir kadın senaristin gözüne bakılır, erkekler dünyası konuşulurken kadın senariste sırt çevrilir, erkekler göz göze gelir ve kendi aralarında konuşmaya başlarlar. Geldiğimiz yerde bence son on yılda ben çok daha ümitliyim ve çok daha iyi durumda olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye özelinde on yıl dünya üzerinde belki biraz daha fazladır. Çünkü özellikle hatırlarsınız 'Mee too' hareketi 2016-2017’de dünya gündemini sarsarken Hollywood ya da dünyanın farklı yerlerindeki büyük uluslararası film festivallerinde kırmızı halılarıyla meşhur ama arkasında kimin ne yaşadığını hiç bilmediğimiz o dünyanın içerisinden birtakım ifşalar gerçekleşti. Ardından bütün dünyada sektörde çalışan kadınlar bunu ben de yaşadım demeye başladı. Bunun üzerine biz 2018 yılı Kasım ayında Türkiye’de dedik ki bunu biz de yaşıyoruz ve bunu da hep kendi aramızda konuşuyoruz. Bunun için bir şey yapmanın zamanı gelmiş olmalı. 'Susma Bitsin' adında bir platform kurduk. Sektörde kendilerini Mor Yapımcılar olarak tanımlayan kadın yapımcı arkadaşlarımız sektördeki kadınlara bir çağrı yaptılar. O gün toplantıya yanılmıyorsam iki yüz elliye yakın kadın geldi. Biz kendimizi yaklaşık dört saat boyunca kendiliğinden gelişen bir dertleşmenin içerisinde bulduk ve şunu fark ettik, ben başka bir tarafından yaşıyorum, görüntü yönetmeni bir kadın başka bir tarafından yaşıyor. Görüntü yönetmeni olmak isteyip sete giriyor, oraya kadar da çabalamak başka bir meziyet biliyorsunuz, sete girmek bile büyük bir çaba gerektiriyor. Sen kadınsın, kamerayı nasıl taşıyacaksın? diye önü kesiliyor ya da şefin başka bir kadına, burası set buraya böyle etekle gelemezsin, oje de sürmemen lazım yarın öbür gün başına başka bir şey gelir bizi uğraştırma, diyor. Pembe otobüsler, pembe vapurlar yapmaya çok meraklı bir toplumuz. Burada bir sorun var, o zaman ne yapalım, kadınları uzaklaştıralım çünkü sorunu çıkaran kadınlar, LGBTİ+’lar. Bizi bir mutluluk adasına yollasınlar ve kendi içlerinde bakalım nasıl yaşasınlar diyebiliriz” ifadelerini kullandı.

Gazeteci Dilek Şen: “Gazeteciliği yılda iki kere bırakmayı düşündüm”

Medyascope’dan Dilek Şen kadın gazeteci olmayı şu şekilde anlattı: “Gazeteciliği yılda en az iki kere bırakmayı düşündüm. Bir stajyer olarak Cumhuriyet gazetesinin kapısından girdiğim günden bu yana yılda en az iki kere bırakıyorum, bırakmayı düşünmenin ötesinde böyle bir girişimde bulunuyorum. Tümünün aslında vardığı yer kadın olmakla ilgili, kadın itirazlarıyla ilgili ve tabii ki Türkiye’nin politik haliyle de ilgili. Gündemi takip eden, bilhassa politikayı takip eden gazetecilerin karşı karşıya kaldığı şeyler başka medyada iş yapan diğer meslektaşlarımıza göre daha doğrudan bir sertlikle karşılaşmak gibi bir yere varabiliyor. Neden bırakmayı düşündüm, benim de mesleğin başında çok güzel olduğum belirtilerek bir vitrin olmam beklendi. Erkeklerin bu nedenlerle farklı talepleri oldu. Farklı yerlerde farklı şekillerde konuşlanmamı bekleyen erkekler oldu ve bunların hepsi yönetici erkeklerdi. Medyada da yöneticilerin çok önemli bir bölümünün erkek olduğunu düşünürseniz, fikirleriyle ya da yaptığı işin niteliğiyle var olması iyi kötü tartışılabilir, nasıl bir gazeteci olduğumu okur veya mesleğin uzmanları tartışır bunu söylemiyorum ama kendimi nasıl konuşlandıracağımı belirlemek isteyen erkekler oldu, bununla mücadele etmek en zoruydu. Ben de kendimi 13-14 yaşımdan beri feminist olarak tanımladığımdan, feministlerle genellikle dayanıştığımdan ne yapmam gerektiğini, bir meseleyle karşılaştığımda onunla nasıl mücadele etmem gerektiğini sorduğum daha kıdemli feministler oldu. Onların el vermesiyle, onların o düştüğüm yerden ‘haydi buradan da kalk elim senin elin, kaldıracağım seni’ demesiyle kalktım. Kadın kadının yurdudur sloganını biz meydanlarda, İstiklal caddesinde, her yerde gerçekten yaşadık. Ben hep en azından medyadaki kendimden büyük ya da kendi yaşıtım kadınlardan dayanışma gördüm, kendimden sonra gelenlerle dayanışmaya çalışıyorum. Deprem bölgesi gibi sahalarda çalışırken şu sorular geliyor: Yapabilecek misin? Ağlar mısın? Evet ağladım. 7 Şubat’ta otuzuncu saatte Nurdağı ve İslahiye’ye vardığım an on beş dakika, bir parçası olduğum bu halkın yaşadıklarına baka baka ağladım. Bu ancak benim bir gazeteci olarak onur duyabileceğim bir şey olur. Çünkü bir parçası olduğum bu halkın haber alma hakkını ve burada yaşananları diğer kısma duyurma meselesini daha iyi yapabileceğim. Öte yandan bir erkeğin orada ağlamayacağını bize gösteren şey nedir? Döndüğümüzde de tabii sen daha hassassın canım gibi şeyler de oldu” şeklinde konuştu.

Doç. Dr. Aybike Serttaş Ertike: “Kadınlar simgesel imhaya maruz kalıyor”

Konuşmaları dinlerken çok duygulandığını ifade eden İstinye Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölüm Başkanı Doç. Dr. Aybike Serttaş Ertike, “Kadınların durumuna baktığımızda biz akademide yaptığımız araştırmalarda üç başlık altında araştırıyoruz. Birincisi izleyici kadınlar, yani kadınlar izlediklerinden nasıl etkileniyorlar. Mesela cinsiyet rollerini kadınlar nasıl algılıyorlar ve bunlar onların tutum ve davranışlarını şekillendiriyor mu? buna bakıyoruz. Kadınların üzerindeki başka bir konu güzellik baskısı. Güzellik algıları nasıl etkileniyor, izleyici koltuğundaki kadını araştırabiliriz. Medya sektöründeki kadınları araştırıyoruz ki cam tavan sendromu karşımıza  hep çıkan şeylerden biri. Aslında akademide de diğer sektörlerde de durum çok farklı değil, doğal olarak medya da böyle. Bir de televizyon içeriklerinde üretilen kadın karakterlere bakıyoruz, orada da karşımıza temsil problemi çıkıyor. Temsil probleminden bahsederken de aslında bütün bu konuşulanların içerisinde çağrışım yapan kelime simgesel imha. Çünkü biz ekranda kadınları görüyor muyuz, evet görüyoruz ama burada sorun aslında kadının az olması, az görülmesi, az temsil edilmesi değil, kadının nasıl temsil edildiği. Evet tanıma dediğimiz şey var yani ekranlarda erkekler kadar kadınlar da var. Fakat burada konu onların nasıl aktarıldığı. Orada da öyle bir tektipleşmeye gidiliyor ki reklamlarda, haber bültenlerinde, televizyon dizilerinde karakter dağılımlarında ya da kamera arkasındaki görev dağılımlarında. Aslında biz kadınların simgesel imhaya maruz kaldıklarını görüyoruz. Bunu varken yok sayılmak gibi de düşünebilirsiniz” ifadelerini kullandı.