Haber-Fotoğraf: Seda Sancar

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü'nün düzenlediği “Çalınmış Güzellik” etkinliği gerçekleşti. Öğr. Gör. Zafer Sevener’in moderatörlük yaptığı etkinlikte, yapımcı ve yönetmen Birsen Hatipoğlu hazırladığı belgeselle, kadınların estetik merakına değindi ve sektörle ilgili bilgiler verdi.

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü tarafından düzenlenen “Çalınmış Güzellik” söyleşisi sinema ve televizyon dünyasına ilgi duyan öğrencileri bir araya getirdi. Öğr. Gör. Zafer Sevener’in moderatörlüğünde gerçekleşen etkinlikte, belgesel yönetmeni ve yapımcısı Birsen Hatipoğlu, kadınların estetik merakından belgesel çekimi sürecine kadar birçok konuda değerli bilgilerini paylaştı. Katılımcılar, Hatipoğlu’nun tecrübeleri ve sektörel deneyimlerinden faydalandı.

“Sistemin dayattığı ‘ideal güzellik’ kalıpları hepimizi bir kalıba sokmaya çalışıyor”

Hazırladığı belgesel sonrasında konuşmasına bu belgeseli nasıl hazırladığı anlatarak başlayan Hatipoğlu şunları söyledi: “Tam da bu noktada, o dönemde 12 yaşında bir kız çocuğum vardı. Çevremde de çok fazla 12 yaşında kız çocuğu olan insanlarla muhatap oluyordum. Bir çocuğa bakıyorsunuz ve canım, ne oldu sana, niye zayıfladın diyorsunuz. O da zayıflamış mıyım, ne güzel diye cevap veriyor. Bu durumu fark ettiğimde, gerçekten ürperdim. 12 yaşındaki bir çocuğun zayıflamış olmayı “güzel” olarak görmesi bana çok ürkütücü geldi. Bir diğer etken de anoreksi ile mücadele eden gençlerin yaşadıklarıydı. Özellikle belgeselde de yer verdiğimiz Dan Gehrin’in mektubu. O mektupta “Bedenimle mutlu olan gözlerimi geri istiyorum” diyen anoreksik bir genç kızın sesi vardı. Bu, sistemin bizi nasıl korkunç bir kuyunun içine soktuğunun en çarpıcı örneği. Artık kendi bedenimizle barışık olamaz hale geliyoruz. Bu iki durumu üst üste koyunca ve kendi gerçeklerimizle de yüzleşince karar verdim. Çünkü sistemin dayattığı ‘ideal güzellik’ kalıpları hepimizi bir kalıba sokmaya çalışıyor. Baktığınızda, bu kalıplara uymuyorsunuz. Uzun bacak, uzun boy yok… Belki burundan kurtarırım diyerek kendinizi kandırabilirsiniz ama sistemin içine girdiğiniz anda kaybedensiniz. Sürekli bir yetersizlik duygusu dayatılıyor. Tüm bu düşünceler bir araya gelince, bu projeyi yapmamız lazım, varoluşumuzu sorgulama sebebimiz olmalı diyerek sonucunda projeyi yaptık”.

“Kendinizi hikâyeye katarsanız, o hikâye güzelleşir”

Belgeselde yer alan karakterlere de değinen Hatipoğlu, “İlk karakter olan Özge ile konuştuğumda, ilk başta çok utandığını söyledi. Ama sonra, belgeselin amacını anlattığımda kabul etti. O sadece kilo verme değil, ruhsal bir tekâmül yolculuğunda olduğunu söyledi. Ben de sen istediğin kadar ruhsal tekâmülünü anlat, yeter ki hikâyeni paylaş dedim. 2. karakterimiz ise çok yakınımızda, bir komşumun kızıydı. Alp’in kızı, İlkan Kırımlı’nın hikayesi. İlkan, üst düzey bir yönetici, hayatı sorgulayan, güçlü bir kadın. Kızı, anoreksiya nedeniyle yoğun bakıma kadar düşmüş, ama kendi isteğiyle hayata dönmüş ve şu an çok daha mutlu, kendisiyle barışık. 3. karakterimiz ise, tanıdık bir isim; İclal Aydın’ın kız kardeşi, Hilal Özcan. Hilal Özcan, estetik müdahalelerle ilgili birçok kriz yaşamış biri. “Ameliyatla bitmeyen bir meseledir güzellik,” diyerek kendi hikâyesini paylaşmak istedi. İçsel yolculukta nerede durduğumuzu göstermek istedi ve son olarak kendime gelirsek... Aslında projeye başlarken kendimi kullanmayı düşünmemiştim. Görünmeyeyim derdindeydim ama bir sahnede, botoks yaptırmam gerekiyordu ama hiç botoks yaptırmamıştım o nedenle gergindim. Orada o an, kameranın arkasında değil, önünde olmanın gerekliliğini anladım. Ve iyi ki de yaptım. Çünkü bizzat deneyimleyen biri olduğunuzda, hikâye sahici oluyor. Gençlere de bu noktayı özellikle vurgulamak isterim: Kendinizi hikâyeye katarsanız, ona inanırsanız, o hikâye güzelleşir” ifadelerini kullandı.

“Bu belgesel de aynı o doğum sancısı gibiydi”

Ön hazırlık sürecinden de bahseden Birsen Hatipoğlu, “Ön hazırlık süreci gerçekten çok yorucuydu. Belki doğum yapmış olanlar daha iyi anlar. Ben de 2005 yılında çocuğumu normal doğumla dünyaya getirdim. 7,5 saat süren sancılı bir süreçti. Krizlerle dolu, inanılmaz zorlayıcı bir deneyimdi. Ama sonunda çocuğunu kucağına aldığında bu benim mi gerçekten? diye düşünürsün. İşte bu belgesel de aynı o doğum sancısı gibiydi. Süreç boyunca inanılmaz bir araştırma yaptık. İstatistikler, veriler, kişisel duygular. Her şey üst üste yığılıyor. Evde uzun bir masamız vardı, tüm o verileri masanın üstüne yaydım. O anda Aman Tanrım, ben bunun içinden nasıl çıkacağım? diye düşündüğüm bir anı çok net hatırlıyorum. O, gerçekten bir kriz anıydı ama ne zaman ki tüm bu bilgileri bir araya getirdik ve nihayet ortaya bir metin çıktı, işte o zaman tamam oldu dedim. Tıpkı bu benim için doğumdan sonra bebeği kucağına almak gibi. Sonra kurguyu başlatabileceğimi ve çekimlere geçebileceğimizi anladım. O noktada, tüm o sancılı sürecin aslında ne kadar gerekli ve değerli olduğunu fark ettim” dedi.

Etkinlik soru-cevap ve fotoğraf çekimiyle son buldu.