Haber Üsküdar – Erhan Avşar

Ülkemizde 6 Şubat’ta her şey değişti. Büyük bir acıyla uyandık. Yaşadığımızı “doğal affet” diye isimlendirdik. Fakat hiç de “doğal” değildi. Sayısal söylemlerimizde bile oldukça fazla bir orandı bu. Biz o gün şehirlerimizi ve bu şehirlerde yaşayan binlerce vatandaşımızı kaybettik. Sayıları hâlâ netleşmeyen bir acı kayıp yaşadık ve artık o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı bizim için. Ölenlere, yaralananlara, göçük altında kalanlara çok üzüldük. Sadece onlara mı? Hayır, biz kendimize de üzüldük. Yakınlarımıza, sevdiklerimize. Çünkü bu afetin bir gün bizi de bulacağından emindik. Kendimizin de bu acıyı yaşaması kaçınılmazdı. Çünkü şehirlerimizin ismi farklı olsa da coğrafyamızın ismi aynıydı.

Yazacak çok şey olsa da yüreğimiz sessizliği ve acısını içinde yaşar bir durumda. O gün o acıyı yaşayanların acılarını anlıyoruz diyemeyiz. Fakat o acının hüznünü hissedebiliriz. Bu hüznü en çok yaşayanlar da deprem bölgesine gidip arama kurtarma çalışmalarına katılanlar ile gazeteciler oldu. Onlar hepimizden çok daha sıcak acılara tanık oldular. Hangisine baksak yüzleri o coğrafyanın acılarının yansıması olmuş. Yürekleri dağlanmış, kulakları kapanmış, gözleri ölümün ayrılığına tanık olmuş. Umut mu? Uzak bir kelime şimdilik onlar için.

İşte böyle bir anda gelin de soru sorun. “Depremi haberciliği nasıl oldu?” “Neler hissettiniz?” “Sizi en çok etkileyen neydi?” Bunu yaparken bile o acıyı ne kadar içselleştirip, içselleştirmediğimiz aslında çıkıyor ortaya. Acı bizim ağzımızda bir kelime olmuş. Neden mi böyle diyorum? Çünkü karşınızda her şeye tanık olmuş o insanların gözlerinde çığlıklar ve parçalanmışlıklar, ayrılıklar hâlâ çok canlı.

Elbette “profesyonellik” diyeceğiz. Fakat tanık olunan sadece bir haber değil. Görebileceğimiz en büyük kayıp, en büyük ölüm ve çığlık değil miydi? Tarih bunu şimdi nasıl yazacak? Nasıl kalemler o canları birer sayı olarak ve kronolojik sıralamayla anlatacak? Biz nasıl eskisi gibi “normalleşeceğiz”, bir yanımız param parça olmuşken.

Karşımda bu acının tanıklarından gazeteci Kadri Esen var.

Öncelikle nasılsınız Kadri Bey? O bölgeyi çok iyi biliyorsunuz. Daha önce birçok kez deprem olmadan önce oralarda haber yapmak için bulundunuz.  Elbette sormak istediğim çok şey var. Fakat nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Önce isterseniz sizi tanıyalım. Kendinizden biraz bahseder misiniz?

Ben Kadri Esen, 1989 yılında Silvan’da dünyaya geldim. Köyde ilkokulu okuduktan sonra orta öğretim ve lise eğitimimi Silvan’da tamamladım. Fırat Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Halkla İlişkiler Bölümünü okudum. Üniversite eğitimimden sonra 2014 yılında Dicle Haber Ajansı’nda (DİHA) gazeteciliğe başladım. Bu ajansta bir yılık çalışmadan sonra Kürtçe yayın yapan gazeteler de çalıştım. Şuan haftalık yayın yapan bir gazeteye düzenli haber yapıyorum. Ayrıca bazı televizyon kanallarında Kürtçe program sunmaktayım.

Teşekkür ederim Kadri Bey. Bayağı bir tecrübeniz var. Bahsettiğiniz kurumlar da genelde bölgenin en etkili kurumları. Sizi bu mesleğe yönelten neydi?

Daha çocukken basın yayın dikkatimi çekiyordu ve daha ortaokulda haber bültenlerini takip etmeye başladım. Uzun yıllar bunu takip edince lise yıllarımda gazetecilik yapmaya başladım ve bundan dolayı de iletişim fakültesini okudum. Lise yıllarımda yazı yazmaya başladım ve üniversitede yazdıklarımı Silvan Mücadele gazetesi ile Radikal Blog’da yayımlattım. Olay veya gelişmeleri aktarmayı seviyorum. Sanırım gazeteciliği seçmem de bundan olsa gerek.

Kadri Bey, 6 Şubat’ta büyük bir acıyla uyandık. Siz ne zaman duydunuz ve hangi illerde bulundunuz?

Depremin ilk dakikalarında öğrendim. Çünkü ben de o depremi yaşadım. Diyarbakır’daydım. Deprem olduğunda önce çevremdekilere baktım. Diyarbakır diğer illere göre daha az zarar gören illerdendi. Gazetecilik refleksiyle hemen deprem olan bölgelerde tanıdığım arkadaşlarımla irtibata geçtim. İlk önce Kahramanmaraş’a gittim. Ardından Malatya ve Adıyaman’da bulundum ve depremzedeler ile bir araya geldim. Bu süre boyunca mesleğimi yapmaya çalıştım. Haberleri gazete ve televizyonlarla paylaştım. Sürekli canlı bağlantılar gerçekleştirdim.

Peki deprem sizi nasıl etkiledi, zor olmadı mı?

Olmaz mı? Ölümün resmini gördüm. Ölümün kitabını da okudum ama bu ölüm hiç bizim tanık olduğumuz ölümlere benzemiyor. Feryatlar hâlâ kulaklarımda. Basıp geçtiğimiz yerlerden sesler geliyor. Hangi yürek, hangi meslek bu acıyı görmezden gelip her şeyi normal kabul edebilir. Olmaz. Kabul edilemez bu. İnsanız nihayetinde. Yeri geldi oturup ağladık, yeri geldi bir enkazın kaldırılması için makinamızı bıraktık. Yeri geldi susamış bir yaşlıya, üşüyen bir çocuğa yardım etmeye çalıştık. Sizin objektifinizin attığı resimler değil orada vicdanınızda çizdiğiniz resimler önemlidir. Neyi acele edeceksin ki? Haber zaten ortada. Kocaman bir ölüm ve haritadan silinmiş onlarca il var. Burada tek tek resimleri ve yazıları bagajımızda tutmaya çalışmak doğru değil. Vicdanımızdaki resimler ve haberler o an size ne yapmanız gerektiğini söylüyor zaten.

Kadri Bey, oradaki acıyı hatta acınızı iyi özetlediniz. Her şey sizi etkilemiş belli. Bir iki kare bunlardan bahsedebilir misiniz?

Felaket bölgesinde bulunduğum süre boyunca iki durumdan çok rahatsız oldum ve hayatım boyunca bu iki durumu hiçbir zaman unutmayacağım. Birincisi ile başlayayım. Depremin üçüncü gününde Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinde akşam saatlerinde bir gazeteci arkadaşım ile gezerken aniden kendi imkânları ile yaptıkları bir çadırın arkasında tuvalet ihtiyacını karşılayan bir anne ile yüz yüze geldik. Anne çok utandı ve bize kızdı. Anne kendi açısından haklı olarak bize kızdı fakat geçtiğimiz yer yoldu ve o anne mecburiyetten orada ihtiyacını karşılıyordu. Şimdi bu anı hatırladığımda çok utanıyorum ve üzülüyorum. İkincisini, Adıyaman’ın Çelikhan ilçesine bağlı Bulam Beldesi’nde yine bir gazeteci arkadaşımla gezerken yaşadım. Burada da röportaj yapmak için beldede gezerken uzaktan büyük bir çadırı gördük ve ona doğru gittik. Çadıra yaklaştığımızda çadırın bir koyun ağılı olduğunu anladık. Ama ağıl olmasına rağmen kapısında bulaşıklar yıkanıyordu. Sorularımızla depremzedelerin ağılda koyunlarla birlikte yaşadıklarını öğrendik. Çadırın içine girdiğimizde o çok ağır tablo ile karşılaştık. Ağılda bir yanda hayvanlar yemlenirken bir yanda da bir anne odun sobasında yemek pişiriyordu. Sobanın hemen yanında ve koyunlara bir iki metre mesafe de içinde yatmaları için yataklar seriliydi. Bu tablo da beni çok etkiledi.

Sizce bu deprem “Yüzyılın Felaketi” midir?

Elbette büyük bir yıkım söz konusuydu fakat yaşanan durumun “yüzyılın felaketi” olarak değerlendirilmesini doğru bulmuyorum. Lakin depremin yaşandığı coğrafyada deprem doğal felaketinden çok daha büyük insani felaketler yaşanmıştır. Bundan dolayı da bana göre “yüzyılın felaketi” tabiri sorumluluktan kaçmak için başvurulan bir kavramdır. Bunun yerine ihmalkârlık, sorumsuzluk, hatta katliam denilmesi gerekir.

Depremin yaşanması zaten mağduriyetlerin en büyüğüydü. Depremden sonra bölgenin malum çok soğuk olması beraberinde birçok ihtiyacı doğurdu. Sizce çalışmalar ve müdahaleler nasıldı?

Deprem bölgesinde bulunduğum süre boyunca depremzedelerin daha çok barınmaya ve ısınmaya ihtiyaçları vardı. Bölge çok soğuktu ama nerede ise bunu hafifleten hiçbir çalışma yoktu. Yeterince basında haberleştirildi. Herkes kimin ne kadar çalışıp çalışmadığını gördü. Fakat halk ve sivil toplum kurumlarına bir parantez açmak istiyorum. Onlar canla başla çalıştılar. Oradan baktığınızda kulağa hoş gelebilir. Fakat deprem demek her şeyin yok olduğu yerde siz resmen insanlığı var etmeye çalışıyorsunuz. Bu günlerce sürdü. Tuvaletin, suyun, ısınmanın olmadığı yerde sivil toplum örgütlerinin ve halkın çabası çok büyüktü.

Kadri bey, orada halk en çok neyi sorguluyordu?

İnsanlar acılarıyla uğraşıyorlardı. Elbette tepkileri vardı. Bizim ilk günlerde bunları görme veya araştırma şansımız olamazdı. Çünkü ortalık can pazarıydı. Ortalık biraz dindi demeyelim de herkes artık ölülerini ve acılarını içlerine attıktan sonra elbette tepkilerini dile getirdiler. Sizlerin de bildiği gibi Hatay ve Diyarbakır dışında depremin meydana geldiği illerde uzun yıllardır mevcut iktidar bu şehirleri yönetiyordu. Diyarbakır’ı da 2016 yılından beri kayyumlarla yönetiyor. Deprem bölgesinde sadece eski binalar yıkılmadı. Sadece eski yapılar yıkılmış olsaydı eski hükümetler suçlanabilirdi fakat böyle bir durum yok. Birkaç yılık binalar bile yıkıldı ve insanlar oralarda can verdi. Birkaç yıl önce imar affı çıkartıldı. Tabiri caizse deprem bölgesinde yaşamını yitirenler için ölüme davetiye çıkartıldı. Gördüğümüz kadarıyla mevcut hükümeti sorguluyorlardı. Geçmişteki olaylar, deprem sonrası yaşanan eksiklikler, müdahalelerde ve organizasyonlardaki eksiklikler oradaki halkın hafızasına kötü bir anı olarak kazındı. Elbet bazı şeyler normalleşecek veya kabullenilecektir. Fakat o dönem yaşananlar kolay kolay kabullenilmeyecektir. Ben depremin ilk haftasında deprem bölgesine gittim. Gittiğim süreçte de çadır kentler daha yeni yeni kuruluyordu. Benim çadır kentlere gitme imkânım olmadı. Bu konuda sadece şu örneği vermekle yetineyim; Malatya’da yıkıntıların olduğu mahalleleri gezerken roman vatandaşların yaşadığı bir mahalleye gittiğimizde onlara hiç çadır verilmediğini gördük. Bir anne ağlayarak kendilerine çadır verilmediğini ve deprem sürecinde bile ayrımcılığa maruz kaldıklarını ifade etti. Bu sadece bir örnek. Bu tür örnekleri çoğaltılabilirsiniz. Ama ben sadece bu kadarını anlatayım. Gerçekten çok zor bir süreç oldu. Şimdi takdir sizin.

Kadri Bey, “ayağınızın tozuyla” bizlere çok şey anlattınız. Verdiğiniz bilgiler için çok teşekkür ederim.

Erhan Bey ben de çok teşekkür ederim. Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeki değerli hocalarıma ve herkese bolca selam gönderiyorum. Gazetecilik mihenk taşıdır. Doğru yapılırsa gerçek ortaya çıkar. Bu alana ilgi gösteren tüm öğrencilere başarılar diliyorum.

NOT: Fotoğraflar gazeteci Kadri Esen'den temin edilmiştir.