Engellerin ardında 100. Gül
02.12.2019 11:23

Engellerin ardında 100. Gül


Haber / Fotoğraf: Halide Nur Karadeniz

Yönetmen Meryem Sena Metin ile ödüllü kısa filmi 100.Gül’ü konuştuk. Abisine ithafen çektiği 100. Gül’de esinlendiği diğer ögelerle kendi hayalinde yer eden Gül Dede’den bahsettik.

Bize kendinden bahseder misin?

Ben Meryem Sena Metin 24 yaşındayım. Yaklaşık altı yıldır sinemayla ilgileniyorum. Eğitimler alıyorum, kısa filmler yazıyor ve yönetiyorum. Yarışmalara katılıyorum. Kısa filmle başlayan yolculuğumu birkaç sene daha devam ettirmek, sonrasında uzun metraj için çalışmalar yapmak istiyorum. Sinemada senaryo alanında daha yoğun eğitimler aldım. Senaryoda dramaturji, dramaturgluk, diyalog yazarlığı gibi böyle detaylara inerek senaryo yazarlığını geliştirmeye çalıştım. Büyük bir ölçüde de başardığımı düşünüyorum. Yönetmenlik kısmını da tecrübe ederek yaşamak istiyorum. Çektiğim filmlerdeki  hatalarımı, artı yönlerimi film çekerek tecrübe etmek istiyorum. Zaten bu zamana kadar da böyle oldu.  Ben aslında üniversitede sinema eğitimi almadım. Şu an devam eden eğitimlerim var fakat ilk lisansım Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği Bölümü. Orada bölümle ilgili ödevler hazırlarken, materyaller oluştururken film çekmeye başladım. Sonrasında da hep deneyerek görme kısmını tercih ettim. Arkadaşlarımın setlerine katıldım. Yapılan işlere dahil olmaya çalıştım. Bu şekilde de sinema ile ilgili yolculuğumu devam ettirdim. Bakalım daha sonrası nasıl olacak.

Çektiğin kısa filmlerde seyirciyi yakalayan ortak bir dert var, Hürmet, Özçekim ve 100.Gül’de. Bu işi yaparken senarist ve yönetmen kimliğinle tam olarak amaçladığın şey nedir?

Aslında bu üç kısa film içinde '100. Gül' belki de yapmak istediğime yakın ama özellikle 'Özçekim' ve 'Hürmet' biraz didaktik eserler oldu. Öğretmenliğin vermiş olduğu duyguyla çekmiş olduğum bölümdeki ödevlerimden ortaya çıkan filmler. O yüzden onlar tam olarak benim sinemam budur diyebileceğim filmler değil, ancak öyle filmlerin de seyircisi olduğunu düşündüğüm için muhakkak ilerde de yapmaya devam etmek istiyorum. En basitinden ortaokul, ilkokul öğrencilerinin seviyesinde ve onlara birtakım değerleri anlatmakta işimizi kolaylaştırıyor. Bu yüzden Milli Eğitim Bakanlığı’nın EBA isimli bilgi birikim sitesinde video arşivinde de bu filmler var. Birazcık onların hedef kitlesi çocuklar, ergenler olduğu için, daha derdi burada böyle bir şey var bunu düzeltmeliyiz der gibi anlattık. Ama tabii ki de bir derdimiz var sinema ve filmin içinde olan herkes gibi diyeyim. Dert olmadan derdin kendisini yüklenmez, çünkü film yapmak olabildiğince dertli bir süreç. Bu yüzden toplumsal derdimiz şahsım adına evet biraz daha fazla çünkü şahsi dertlerimi toplumsal dertlerin arasında zaten birey olarak görüyorum.Topluma ait hissettiğim için toplumsal derdi anlatırken kendi derdimi de anlatmış oluyorum. Kendi derdimi toplumsallaştırarak anlatıyorum. Türkiye’de olmaktan özellikle İstanbul’da olmaktan ayrı bir memnuniyet hissediyorum ve herhalde  bu mutluluk da bende, burayı anlatmalıyım, buralar için bir şeyler yapmalıyım hissine neden oluyor.

100.Gül’den bahsetmek istiyorum. Filmin başında "Musab’a" diye bir not vardı. Bunun sende özel bir yeri var mıydı? Senaryoyu yazarken esinlendiğin şey neydi?

Musab benim abimin ismi. O da bir engelli, Türkiye’deki yaklaşık 10 milyon engelliden biri. Onun filmdeki Cahit karakteri gibi büyük bir hayali yok. Aslında hepimizin ulaşabileceği basit hayalleri var. Yürüyerek markete gidebilmek en büyük hayali olabilir belki. Film çekmek benim hayalimdi ve aslında benim hayalimle onun hayatını birleştirmek istedim. Kamerayı tutan ben değil de o oldu ve sanki ona da aslında bak ellerin varolduğu sürece kamera da tutabilirsin hayatta başka şeylere de kafanı çevirebilirsin. Bulunduğu durumun çok da muzdarip olmadığını, üzgünlük seviyesini çok daha aşağı çekmek istedim. 100. Gül’deki diğer ilham kaynağı yani gül meselesinin çıktığı noktada Gül Yetiştiren Adam kitabı, Rasim Özdenören’in. Oradaki Gül Dede karakteri var. Bahçesinde binbir çeşit gül yetiştiriyor ve bahçesindeki güllerle mahalleli tarafından dikkat çeken bir dede. Herkesin gidip görüp sohbetine katılmak istediği bir dede. Bu dede şapka devrimi zamanında şapkalı sokağa çıkmayı reddettiği için yaklaşık elli yıl sokağa hiç çıkmıyor. Yıllar sonra sokağa çıkınca büyük bir travma ile karşılaşıyor. Tekrar evine dönüyor gülleriyle oyalanmaya devam ediyor. Yani devrimci kişilikli bir adamın hayata güllerle tutunma duruşu bana çok naif gelmişti. Bu yüzden o adamı o kadar çok sevdim ki, kitabı okurken keşke hayatımızda böyle bir insan olsa dedim, keşke gidip bahçesinde oturup güllerini koklarken konuşabileceğimiz bir Gül Dede olsa diye gerçek olmasını çok çok istemiştim. Kendimce böyle gerçekleştirdim. Filmde Gül Dede’yi görmüyoruz, bunu yapmak istememin sebebi de Gül Dede bir zaman sonra hayalimde çok güzel, özel birine dönüştü. Gül Dede’yi oynayan oyuncuyla zihnime yerleşmesini istemedim. Bu yüzden de filmde bir masal gibi anlatılıyor. Gül Dede dedi ki diye başlıyor. Başından sonuna Gül Dede’ye söz hakkı vermiş olmak istedim.

Toplum içinde dezavantajlı bireyler için bu şekilde filmlerin yapılması ve bunların ilgi görmesi sence farkındalık oluşturduğuna kanıt mı?

Kesinlikle çok büyük bir kanıt. Çok etkileyici oluyor. Bir kere zaten bu bireyler çok duygusal oluyor. Böyle olunca  duyguyla yapılan işleri çok daha iyi hissedip anlayabiliyorlar. 100.Gül’ün birinci olduğu Barikat Film Festivali’nin sadece engelli bireylerden oluşan bir jürisi vardı. Tamam teknik anlamda birtakım sorunlarımız var ve çok daha iyi filmler var ancak şu notla filmi birinci seçmişlerdi, ‘’Biz bütün filmlerin içinden en çok 100.Gül’ü derinden hissettik ve anladık’’ diye. Bu benim için çok kıymetli oldu. Sonrasında başvurduğum birçok festivalden belki ödül alamadım ama direkt hitap ettiği kitlenin seçicileri tarafından ödüllendirilmesi ve böyle bir şekilde biz çok iyi hissettik anladım denilmesi bana kişisel başarımın tatminini yaşattı. Dedim ki bu iş teknik anlamda eksikliği olsa da derdini his olarak anlatabiliyor. O yüzden farkındalık oluşturmak için az önce de dediğim gibi işte çok fazla tekrara düşmeden, çok fazla göze sokmadan, ama sadece engelliler haftasında yapılan görseller olmaması şartıyla böyle rutin aralıklarla toplumda onlar da var ve onlar da olmak zorunda, onlar da insan, yaşamak hakkına sahipler. Bazı şeylerin onlar adına yapılan ayrıcalık olarak gösterilmesini doğru bulmuyorum. Onlar da hakettikleri için yaşıyorlar. Biz nasıl bu masada oturuyor, çayımızı, kahvemizi içiyorsak. Bu cafenin girişinde bir rampa yoksa, bir tekerlekli sandalye buraya kolaylıkla çıkamıyorsa, o zaman onlara ayrıcalıkmış gibi hissettiriyoruz. Kapıda birileri ona yardım ettiği için bu hakka sahip olacak, ne gerek var buna, her birey herkes gibi buraya gelip burada zamanını istediği gibi geçirebilmeli.

Lisansını Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği üzerine yaptın ve şimdi bir okulda öğretmen olarak görev yapıyorsun. Sinemayı sinemacılar yapmalı görüşü hakkında ne düşünüyorsun?

Ben eğitimin olması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de zaten Din Kültürü’nü bitirdikten sonra Dramaturji bölümüne kaydoldum, Uludağ Üniversitesi Güzel Sanatlar’da yetenek sınavına girdim. Bu zamana kadarki birikimlerimi, senaryoları anlatınca oldu. Aynı zamanda şimdi Fotoğrafçılık Bölümü’ne devam ediyorum Şehir Üniversitesi’nde. Bu yüzden aslında tam olarak alaylı sayılmam, okulların hepsi bitmemiş olsa da, sinema ile ilgili okullar bitmemiş olsa da bitirmeyi hedefliyorum. Sinemayı sinemacılar yapmalı derken aslında  sinemacılık hissedilen ve dert edilen bir şey. Yani bir insan Tıp Fakültesi amfisinde otururken de sinema düşünüyorsa aslında sinemacıdır. Sinemacı olduğu için sinema yapma hakkını elde eder. Diğer bölümlerde okuyanlar bu tarz bölümleri okuyanlara göre biraz daha network açısından geride kalıyorlar. Çok daha fazla çabalamaları gerekiyor. Benim açımdan meselâ etrafımdaki insanların çoğu öğretmen, onları kalkıp sen ses tut sen ışık tut gibi şeyleri ben öğretmek zorunda  kalıyordum, bazı çekimlerde özellikle okul dönemimde yaptığım filmlerde. Sınıfımdaki kişiler de sinema eğitimi alıyor olsalardı herhalde büyük ölçüde  onlar da bana yardımcı olacaklardı. Bu açıdan gençlik döneminde özellikle çok eğlenceli ve severek okunabilecek bir bölüm. Ödevlerinin, derslerinin daha keyifli olduğunu düşünüyorum. Ancak dediğim gibi başka  bölümde olmak da sinemacı kimliğini geride bırakacak bir şey değil. Sinemayı sevmek, sinemayı dert etmek sinemacı olmak demektir bana kalırsa.

Kısa film yapmanın dezavantajları neler?

En büyük dezavantajı pek yönetmen kimliğiyle tanınmıyor olmak. Uzun metraj çekilmeden sizin için kolay kolay yönetmen geliyor denmiyor. 'Kısa filmci' deniyor. Yani sinemanın içinde daha çok eşeleyen küçük çocuklar muamelesi görüyorlar. Genel olarak kısa film çekenler için uzun metraj için hazırlık yapıyor denilebiliyor ya da öyle algılanabiliyor. Bu konuda bir zihniyet değişimi söz konusu ama meselâ ben de uzun yıllar kısa film çekmek isteyenlerden değilim. Bu yüzden bana kalırsa sadece kısa filmle dert anlatmak bir tercih olmasının yanı sıra  sinemacı kimliğimizi bir yerde durduran bir şey olur. Bence bir sinemacı her film çeşidini, türünü ayrı ayrı deneyimlemeli. Hangisinde daha iyi olduğunu kendisi deneyerek keşfetmeli. Bu yüzden  tek bir şeyi iyi yapmak evet çok saygı duyulası bir şey olabilir. Ancak ben çeşitliliğin hızını artırmamız gerektiğini düşünüyorum. Biri sinema alanında yetenekliyse bu konuda iddialıysa, onun diğer işlerini de çok merak ediyorum. Yani aslında bu çeşitlilikten seyirciyi mahrum bırakmamak gerektiğini düşünüyorum. Bazen farklı bir alanda iş yapanlar için keşke kendi alanında yapsaydı dediğimiz de oluyor ama bana kalırsa risk sinemanın kendisi zaten.

Kısa filmlerin hakettiği ilgiyi gördüğüne inanıyor musun?

Kısa filmler ne yazık ki seyirciyle buluşma alanları çok dar ve kısıtlı olduğu için hak ettiği ilgiyi bulmakta çok zorlanıyorlar. Bildiğim o kadar güzel kısa filmler var ki birçok uzun metraja taş çıkartacak hatta uzun metrajın sırf böyle uzun metraj çekiyorum diye çekilmiş uzun uzun planların koyulduğu aslında on beş dakikalık kısa filmleri insanlara uzun metrajmış gibi yutturulanların yanında çok saygıdeğer filmler var. Bu yüzden kısa filmlerin sinemada ya da okullarda gösterimler şeklinde izletilmesi gibi, bakanlıklarla yapılan ortak çalışmalarla cezaevlerinde gösterimler olabilir. Kısa filmlerin tüketilebilirlikleri hızlı olduğu için toplumsal işlevi daha hızlı olur. Metrodaki billboardlarda dahi bir kısa film görmek istiyorum. Bir iki dakikalık olsun, reklam ve kamu spotlarının dışında bir şey olsun ve bunu yapan kişinin orada adı yazsın. Kişi de kendi eserinin orada olmasından gururlansın, işini yapmak için şevklensin. Ne yazık ki hakettiği ilgiyi gördüklerini düşünmüyorum.

En büyük hayali film ya da kısa film çekmek olan  bir öğrenciye neler önerebilirsin?

Hayal gücünü geliştirmeye yönelik çok fazla çalışma yapsın. Hayal gücünü geliştirmenin bana kalırsa bir reçetesi yok. Herkesin kendi keşfedeceği bir süreç, kimisi çok kitap okuyarak, kimisi çok gezerek, kimi hiçbir şey yapmadan ya da filmler izleyerek veya arkadaşlarıyla bir araya gelerek. Yani kendilerinin besleneceği alanları bulmaları gerekiyor. Nereden ilham alıyorum? Neresi beni çalışmaya, film yapmaya teşvik ediyor? Bunun cevabını bulunca orada durmayı tercih etmeleri gerekiyor.

Kısa filmlerinin çekimlerinde ekonomik ya da teknik olarak destek aldın mı, aldıysan hangi kurum ve kuruluşlardan aldın?

İlk kısa filmimi çektiğimde ödevimiz olduğu için, ödev ekibimizle beraber arkadaşlarımla harçlıklarımızı ortaya koyup 60 liraya ye bir kısa film çekmiştik. Network yapınca bütçe kısmı daha da kolaylaşıyor. Arkadaşından rica ediyorsun, bir diğer ihtiyacı başka bir arkadaştan temin ediyorsun. Özçekim için 60 lira gibi bir para topladık ama filmin değeri aslında daha fazla. Sağ olsun bir arkadaşımız gönüllü olarak kamerasını getirip, çekimlerini yapıp, kurgusunu yapınca bizim bütçe yükümüz o yüzden azalmıştı. Benim resmi olarak destek aldığım TRT Okul kısa film yapım desteği var. Oradan da yaklaşık 5 bin lira gibi bir destek almıştım. 100. Gül’ün yapımı için alınan bu destek gerekli olan bütçenin dörtte birini oluşturuyordu. Benim gerçekte yapmak istediğim 100. Gül bu değildi. O geri kalan bütçeyi bulmakta bir takım sorunlar yaşadık. Sonuç alamayınca kendi imkânlarımız nelerse onların üzerine koymaya çalıştık. Tabii o zamanlar ben öğrenci olduğum için kazandığım bütçelerin üzerine bir katkı koyamıyordum. Şu an öğretmenlik yaptığım için maaşımla çeşitli bütçelendirmeler yapmayı hedefliyorum.

Çok teşekkür ediyorum bana zaman ayırdığın için. Benim atladığım fakat senin özellikle değinmek istediğin bir şey var mı?

Öncelikle ben çok teşekkür ediyorum zamanını bana ayırdığın için. Benimle konuşmayı tercih ettiğin için. Sinemayla alakalı söylenecek çok şey var ya da belki de hiçbir şey yok gibi geliyor bazen. Anlamak isteyen aslında her şeyi yaşayarak, görerek, etrafını izleyerek, duyarak, takip ederek anlayabilir. Bilgiye ulaşmanın çok çok kolay olduğu şu zamanlarda. Tabii hepimizin kişisel yolculuğu farklı, bazen böyle vesilelerle hikâyemizi anlatma isteği ve imkânı bulabiliyoruz. Bana kalırsa biyografi okumak ve izlemek de önemli. Zorda olduğumuzu hissettiğimiz zamanlarda aşılabilecek dertlerin zorlu süreçlerini insanın mümkün kıldığını görebilmek önemli ve kendimiz için mümkün olmadığını düşündüğümüz bazı şeylerin mümkün olduğunu  başkasında görsek bile daha iyi hissettirebiliyor. Sinemayla ilgilenen, özellikle medya eğitimi alan genellikle üniversite ve lise öğrencileri  bir yönetmen seçip onun yapımlarını heyecanla beklemenin yanı sıra bir de onun biyografisini de okumalıdır. Hayatında ilham aldığı ve rol model aldığı kişiler olmalı. Bir de en önemlisi  bir fikir dünyası oluşmalı genel olarak hayata karşı, ben şunu yapmam dediği kesin çizgilerinin olduğu veya kendinden emin  olduğu, kendini tanıdığı kişiler olması lazım.