Dr. Öğr. Üyesi Cem Tutar: "Eskiden filmler ve yönetmenler hakkında bilgili bir nesil vardı"
Üsküdar Üniversitesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Cem Tutar, film eleştirisi yazımı hakkındaki sorularımıza yanıt verdi.
Haber Üsküdar – Sefa Mert Kahraman
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Görsel İletişim Tasarımı Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Cem Tutar gündelik yaşam, kent, televizyon kültürü, sinema gibi geniş bir yelpazede akademik çalışmalar yapıyor. Haber Üsküdar olarak Cem hoca ile film eleştirisi üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Her izleyici bir eleştirmen midir?
Doğru film eleştirisi nasıl yapılır?
Bir kere tabii akademik bir şey bu. İki tür film eleştirisi var: Birincisi bizim popüler kültür içerisinde çok gördüğümüz, gazetelerin hafta sonları eklerinde gördüğümüz gibi, "şu filme gidelim, çok güzel, öne çıkan oyuncuları var, konusu ilgi çekici" gibi bizi yönlendiren film eleştirileri var. Bunlar daha hafif film eleştirisi türü aslında, buna pek film eleştirisi de diyemeyiz. Çünkü film eleştirisi denen şey metodolojik, yöntembilimsel bir alanı olan özellikle iletişim çalışmaları içerisinde özel bir alandır. Bu bir akademik eğitim içerisinde alınabilecek formasyondur. Film eleştirisi nasıl yapılır diye baktığımız zaman, film eleştirisinin tek bir olgu olmadığını, birden çok parçası olan bir yapı olduğunu görüyoruz. Çünkü farklı eleştiri türleri var. Film eleştirisi aslında neyi kapsar, birincisi bir film iki boyuttan oluşur. Biçimsel kodları ve içerik kodları. Biçimsel kodu, kamera açıları, ışık, renklendirme, bütün mizansen, kullanılan efektler, sahne düzenlemesi, bu işin teknik boyutudur. Diğer tarafta içerik boyutu vardır. Bir film bize ne anlatıyor, orada hangi konu işleniyor, verilmeye çalışılan mesaj nedir? Diğeri teknik bir çözümlemedir zaten. Işık, kamera bilgisi gibi belli teknik kodları biliyorsanız bunları çözümlersiniz. Korku sinemasına uygun bir ikonografi vardır, uygun bir aydınlatma yapılmıştır ya da romantik komediye uygun bir aydınlatma vardır dersiniz. Bunlar çok basit düz bir izleyici bile bunu bir süre sonra anlar. İçerik düzlemine geldiğiniz zaman orası işin biraz zor tarafı. Çünkü orada toplumsal, kültürel, tarihi, ekonomik pek çok dinamik olabilir. Bizim bunların hepsini bir başlık altında çözümlememiz çok zor. Profesyonel anlamda film eleştirisi dediğimiz zaman okullarda okutulan, yurt dışında "film studies" olarak geçiyor bunlar, bu tür okullar var, orada şunu görüyoruz: Hangi tür film eleştirileri vardır, sosyolojik film eleştirisi, ideolojik film eleştirisi, feminist okuma, otör okuma vardır. Bir filmi yazan ve yöneten aynı kişiyse biz onlara otör diyoruz. Otör film eleştirisi vardır çünkü otör yönetmenlerde filmler arasında bir süreklilik, akışkanlık vardır, benzer temaları işler. En öne çıkan eleştiri türleri bunlardır. Bir de psikanalitik eleştiriyi özellikle söyleyebilirim, Bütün bunları yapabilmek için her bir eleştiri türünün de kendi içinde ilgi alanı vardır. Mesela psikanaliz üzerinden bir film eleştirisi yapabilmek için biraz Freudyen temaları, Freud’un düşüncesini bilmek gerekir. Feminist teoriden film eleştirisi yapacaksak oradaki düşünce alanını tanımamız gerekiyor ya da sosyolojik bir eleştiri yapacaksak diyelim ki biz Fight Club’ı sosyolojik zeminde eleştireceğiz, Fight Club ne anlatıyor, tüketim kültürüyle derdi olan bir film. O zaman bizim tüketim kültürü nedir, Baudrillard’ın düşüncesi, Ritzer’in düşüncesi bütün bunlardan haberdar olmamız gerekir. O tema üzerinden onu eleştirebiliriz, onun için profesyonel anlamda film eleştirisi gerçekten uzmanlık gerektiren, üzerine biraz okuma, merak gerektiren bir uğraştır ama çok zevkli bir uğraştır. Özellikle birini seçip o alanda uzmanlaştıysa insan, artık filmler arasında metinler arası bağlantı kurarak, eski tarihi filmlerle bugünkü filmleri karşılaştırarak çok güzel eleştiriler ortaya koyabilir.
Eleştiri yazarken filmden ipuçları verilmeli mi?
Biz popüler film eleştirisinde yani gazetelerde yapılan film eleştirilerinde neyi görürüz, örneğin Atilla Dorsay gibi pek çok yazar, Atilla Dorsay’ın profesyonel sinema yazıları da vardır, film hakkında küçük ipuçları verir. Bu bir tüketim pazarıdır, aynı zamanda seni yönlendirir. Bu filmde böyle şeyler var mesela, "James Bond’un son filmi çıktı şu şu öğeler var’" insanlar merak eder ve gider. Bu aslında filme insanları sürüklemek için bir hiledir. Ben bunun ticari anlamda önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer daha sanatsal, akademik bir eleştiri gerçekleştiriyorsak da burada da ben belli küçük ipuçları verilmesinin filmi okuma anlamında kolaylık sağlayacağını düşünüyorum. Herkes iletişim ya da sinema televizyon mezunu değil. Film izlemeye merak sarmış bir üniversite öğrencisi arkadaşımız olduğunu varsayalım, o meselâ True Form'un filmlerini izlemeye başlayacak, otör sinemadan Godard’ı izleyecek, ya da Nuri Bilge’yi, Zeki Demirkubuz’u izlemeye başlayacak. Biz eğer eleştirinin içerisinde Zeki Demirkubuz’a ilişkin onun sineması hakkında hatta filmle ilgili küçük ipuçları verirsek o filme bakış açısı değişecektir. Çünkü hiç bilgisiz bir insan Zeki Demirkubuz sinemasına girdiği zaman bir de Amerikan Sineması’na alışkın bir insan için ilgi çekici olmayabilir. Biz onun anlatmak istediğinin o toplumsal grupların yaşantıları Türkiye’de arka planda kalmış insanların hayat hikâyeleri olduğunu hatta yaptığı çalışmalara arabesk noir diyor. Böyle biraz ağdalı bizim arabesk müzikte olduğu gibi onun bir sinematografik yapısını sunmaya çalıştığını söylersek belki daha çok merak edebilir, o gözle filme bakabilir ve kendince bence yavaş yavaş filmi de okumaya başlayabilir. Onun için bence ipuçlarının önemli olduğunu düşünüyorum ama tabii hepsini de söylememek lazım, izleyicinin de filmi izlerken bir şeyleri kendisinin keşfetmesi lazım.
Yapılan sert eleştiriler senaristi ya da yönetmeni olumsuz etkiliyor mu?
Bir filmi tek bir yönüyle ele almak eleştiri sayılır mı?
Aslında eksik kalır ama film gerçekten bir dünyadır. Filmin şöyle bir şeyi vardır, bugün animasyonlara boğulmuş ve hiper gerçeklik haline gelmiş bir sinemadan bahsetmiyorum gerçek sinemadan bahsediyorum. Bir sinema filmi aslında toplumsal gerçeğin bir izdüşümüdür. Onun için de hayatın kendisi kadar zengin bir şeydir, çok fazla yönü vardır. İçerisinde farklı ekonomik, kültürel, siyasal dinamikler, teknik kodlar, senaryosu vardır. Bu zenginlikten ötürü de bu işlere gönül vermiş biri bunun sadece bir alanında eleştiri yaparak da işe başlayabilir.
Son yıllardaki Türk yapımı filmler hakkında nasıl bir değerlendirme yaparsınız?
Şöyle bir şey söyleyebilirim, özellikle aslında milenyum sonrasındaki 2000 sonrası sinemanın bir özelliği olarak Türkiye’de birtakım şeylerin ön plana çıktığını görüyoruz. Birincisi Hollywood ile bağlayayım, milenyum sonrası Hollywood çok büyük bir dönüşüm geçirdi. Onlar bile animasyonlar, canlandırmalar gibi bir dünyanın içerisine girdiler. Türkiye Sineması’na bakıldığı zaman endüstriyel sorunlar söz konusu, ne yazık ki bir endüstri olamamış durumda. Amerikan Sineması’ndan bu kadar bahsetmemim sebebi de Hollywood’un bir endüstri olması. Endüstri olması ne anlama geliyor, devamlı olarak belirli türlerde senaryoların yazılması, filmlerin yapılması hatta oyuncuların o alanda uzmanlaşması. Sadece korku filmlerinde oynayan oyuncular, romantik komediler dendiğinde belirli oyuncuların akla gelmesinin nedeni, bir endüstri var. Türkiye’de 1980 sonrası döneme de baktığın zaman bir endüstrileşmiş sinemamız ne yazık ki olamadı. Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi’nde böyle bir çalışma da yapmıştım, üç arkadaş 1990’dan 2005’e kadar 15 yılın Türk Sineması’nı taramıştık, ben de 1995-2000 arasını yapmıştım. Şunu görüyorduk mesela 1990’larda Türkiye’de Eurimages olarak adlandırılan Avrupa Birliği destekli filmler vardı. Bunlar sinema sektörünün canlanmasını, pek çok yeni yönetmenin alana girmesini sağlamıştı ve Türk Sineması açısından çok verimli bir dönemdi. 2000 yılının başında milenyumla beraber Türk Sineması, birkaç türsel deneme yaptı, örneğin korku filmleri çektiler. Bu denemelerden sonra da Türk Sineması gittikçe toplumsal gerçeklikten elini ayağını çekti ve sanal simülatif bir hale dönmeye başladı. Kişisel olarak bunu düşünmeyelim ama Cem Yılmaz’ın, Şahan Gökbakar’ın yaptığı filmler sadece güldürü üzerine. Buna biz İngilizcedeki kısa parodiler gibi bir gag mantığıyla hazırlanmış sinema yapımları görmeye başladık diyebiliriz. Aslında bir sinema filminin en önemli özelliği dramatik bir akışının olması, bir hikâye anlatmasıdır. Bir giriş ile başlar, gelişme, merak duygusu, doruk nokta ve iner. Halbuki son yapılan filmlere bakıldığı zaman bunlar, ani güldürü sanki bir stand up gibi. Şöyle bir eğri çizsek düşen ve yükselen eğriler halinde bir anlatı yapısı oluşturduğunu görüyoruz. Buna bakarsan klasik sinema anlatısının çok dışında bir şey olduğunu görürsün. Bir örnek vermek gerekirse, 1970’lerde Kemal Sunal güldürü sinemasına bakarsak, ideolojik bir tarafı vardır. Toplumsal koşulların, kültürün derin bir eleştirisi vardır. Kimi zaman taşra kültürünün, kimi zaman kent kültürünün biz orada eleştirildiğini görüyoruz. Halbuki bir Recep İvedik, A.R.O.G, G.O.R.A benzeri filmlere baktığımız zaman bu eleştirinin gittikçe yok olduğunu, etliye sütlüye dokunmadan sadece insanları güldürmek, hoş vakit geçirmek biraz sinemada farklı bir dünya içerisine girmelerini sağlayan yeni bir film anlayışının Türkiye’de olduğunu görüyoruz.