Dr. Öğr. Üyesi Taha Eğri: “Bu salgın, çift taraflı arz-talep krizini ortaya çıkardı”
Üsküdar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü tarafından düzenlenen online söyleşide, küresel ekonomi konusu ele alındı.
Haber Üsküdar – İzel Çelik
Üsküdar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü tarafından İnstagram üzerinden düzenlenen online söyleşide, Koronavirüs salgınının küresel ekonomi üzerindeki etkileri ele alındı.
Moderatörlüğünü Üsküdar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulüp Başkanı Sümeyye Şen’in üstlendiği söyleşide, Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dr. Öğr. Üyesi Taha Eğri, COVID-19 salgını sürecinde Türkiye’de ve dünyadaki ekonomik dalgalanmalar ve bu ekonominin gelecekte yaratacağı sorunlar hakkında değerlendirmelerde bulundu.
“COVID-19 salgını diğer iktisadi krizlerden farklı olarak piyasayı, ekonomiyi ve ülkeleri etkileyen bir sonuçla geldi”
Konuşmasına, dünya genelinde salgın sebebiyle sıkıntılı süreçlerden geçildiğini ve ekonomik olarak bu durumdan oldukça etkilenildiğini ifade ederek başlayan Taha Eğri, “Toplumun birer parçası olarak hepimiz bir anlamda tüketici, bir anlamda da üreticiyiz. Dolayısıyla salgın konusunda yaşanılan sıkıntıları da hepimiz hissediyoruz. İktisatta hane halkı firma döngü grafiğimiz vardır. Bir tarafta hane halkı olarak bizler, firmaların ürettikleri malları talep eden, tüketen bir kesimiz. Bir taraftan da sahip olduğumuz emeği ve birikimi yatırım yapmaları için firmalara sağlayan arz tarafını oluşturmaktayız. Hepimiz böyle bir ekonomik döngü içerisinde yer almaktayız ve bu ekonomik döngüyü yaşayarak tecrübe ediniyoruz. COVID-19 salgını, diğer iktisadi krizlerden farklı olarak piyasayı, ekonomiyi, ülkeleri etkileyen bir sonuçla geldi. İktisadi taleplerin arz ya da talep yanlı olduğunu gördük. Diğer krizlerdeki problemlerde ya talep tarafında bir sıkıntı vardı, insanlar tüketmiyordu ya arz tarafında maliyetlerden kaynaklanan bir arz krizi ortaya çıkıyordu ya da son dönem piyasalarda küresel dönüşümle birlikte finans krizini ortaya çıkıyordu” dedi.
“Bu salgın, çift taraflı arz-talep krizini ortaya çıkardı”
2008 yılında yaşanan ekonomik krizin etkilerini hâlâ atlatamadığımızı ve bu salgının yeni bir kriz ortamı yarattığını ifade eden Eğri, “2008 yılındaki ekonomik krizi atlatamamışken COVID-19 salgını, yeni bir kriz ortamını daha beraberinde getirdi. Sosyal izolasyon sebebiyle arz tarafı ani bir şekilde durdu. Üretim yapılamaz hale geldi. Üretim yapılamazken, ara malı ihracatı yapan Türkiye veya Türkiye gibi diğer gelişmekte olan ülkeler, üretim yapamayan Çin’e mal satamaz hale geldi ve bir arz krizini ortaya çıkardı. Diğer taraftan hepimiz evlere kapandık. Evlere kapanınca da tüketim alışkanlıklarımız darbe yedi. Restoran, kafe, eğlence, giyim gibi tüm tüketim taleplerimiz ani bir şekilde durdu. Kredi kartı verileri üzerinden istatistiklere baktığımızda, Türkiye’deki tüketim talepleri ve harcamaları 12 ayda yüzde 30 oranında bir düşüş gösterdi. Bu harcanmayan para demektir. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde insanların tüketim alışkanlıkları kolay kolay eskiye dönmeyecektir. Özellikle günlük çalışanlar için kriz zamanında tasarruf ihtiyacı meselesi daha çok gündemde olacaktır. Yani ‘yarın yine bir kriz çıkarsa ve ben işimden olursam günlük hayatımı idame ettirecek kadar bir para kenarda dursun’ düşüncesiyle hareket edeceklerinden dolayı tasarrufta bir artış meydana gelecektir. Tasarruf, yatırımlar için sermaye demek ancak bir tarafıyla da tüketimin düşmesi demektir. Tüketici kısım tüketimini azalttığında, firmalar talepten düşmüş olacaktır. Bu salgın, çift taraflı arz-talep krizini ortaya çıkardı. Çözülmesi, üzerine düşünülmesi gereken ve muhtemelen etkileri yavaş yavaş ortaya çıktıkça yeni iktisadi teorilerin de tartışılacağı bir yapıya doğru gideceğimizi düşünüyorum” şeklinde konuştu.
“Çin, ithalatı durdurduğunda, gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine darbe vurmuş oluyor”
COVID-19 salgınını diğer krizlerle karşılaştıran ve Çin’in ekonomik yapısını ele alan Taha Eğri konuyla ilgili olarak şu değerlendirmelerde bulundu: “2003 yılında yine Çin kaynaklı Sars virüsü ortaya çıkmıştı. O dönemdeki salgınla, 1918 yılındaki İspanyol gribi karşılaştırılıyor. İspanyol gribinde yaklaşık 50 milyona yakın bir ölüm söz konusuydu ve oradaki ölümlerin çoğu genç kesimdi. Bu durum da iş gücünde düşüşe yol açmıştı. 1918 yılındaki finansal krizlerin nedeni iş gücünün kaybıydı. Sars virüsüne baktığımızda ise, 774 gibi düşük bir ölüm sayısı var ve Çin dışındaki diğer ülkelere yayılması çok fazla olmadı. Çin’in de o zaman dünya ekonomisindeki payı sınırlıydı. Bugün COVID-19 salgınına baktığımızda, Kasım ayından beri ulaşılan rakamlar çok yüksek. Dünya genelinde 4 milyonu geçen vaka sayımız, 285 bin de ölüm sayımız var. Giderek etkisini arttıran bir virüsle karşı karşıyayız. Mart başına kadar Avrupa, özellikle Amerika bu krizi çok ciddiye almadı. Çin’de oluşan bir kriz ve etkisinin Çin ile sınırlı kalacağı düşünülen bir salgınken, hızlı bir şekilde yayılınca ortalık deyim yerindeyse toz duman oldu. Çin’in şu anki ekonomik yapısına baktığımızda, 2003 yılındaki Sars krizi dönemiyle aynı değil. Grafikleri özetleyecek olursam; Çin’in toplam küresel tüketim miktarını gayri safi milli hasıla ile ölçtüğümüzde, 2002 yılında yüzde 6’sını üretirken bugün yüzde 20’sini üretiyor. Veya ticaretin yüzde 5 civarını gerçekleştirirken, şu an toplam ticaretin yüzde 12’sini gerçekleştiriyor. Çin’in ithal ettiği mallar örneğin; bakırın 2000’lerin başında toplam yüzde 10’unu ithal ederken, 2019 yılında toplam bakır ithalatının yüzde 50’si Çin’e yapılıyor. Bunlar çok büyük rakamlar, dolayısıyla Çin bunların alımını durdurduğunda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerine ciddi bir darbe vurmuş oluyor.”
“Bugünkü ekonomik sistem kapalı kalmaya dayanıklı bir sistem değildir”
Sosyal izolasyon nedeniyle ülkelerin kapalı bir kutu haline gelmesi ile ekonomilerde sıkıntılar yaşanmasını yorumlayan ve ülke ekonomilerinde küreselleşmenin yeni bir boyut kazanacağını düşünen Eğri, “Dün itibariyle kuaförlere, berberlere izin verildi, Amerika’da da çeşitli eyaletler yavaş yavaş normalleştirme yoluna gitmeye çalışıyor. Çünkü bugünkü ekonomik sistem kapalı kalmaya dayanıklı bir sistem değildir. Bir üretim söz konusu ve bu üretilen malın tüketiciler tarafından tüketilmesi gerekmektedir. Bu döngünün içerisinde en önemli olan şey ise istihdamdır. Genç nüfus sayımız yüksek ve bu genç nüfusun üretim mekanizması içerisinde yer alıp, kendi kazançlarını sağlayabilecekleri bir çalışma hayatına dahil olabilmeleri gerekmektedir. O yüzden üretim devam etmelidir. Devletlerin kaynakları sınırlı olduğundan dolayı bu bağlamda bunu yürütemezler. Kapalı ekonomiye geçiş meseleleri gündemde. Ekonomi yazarları içerisinde iki farklı kitle var. Birinci kesim, COVID-19 salgınının özellikle yerli malı ve milli ekonomi söylemi altında olan ülkeleri daha fazla içe dönük ve kapalı bir üretim mekanizmasına teşvik edeceğini düşünüyor. Diğer kesim ise, küreselleşmenin yeni bir boyut kazanacağını düşünüyor. Ben de küreselleşmenin yeni bir boyut kazanacağı kanaatindeyim. Bugün küreselleşme sonucu birbirlerine ekonomik olarak bağlı ülkelerin birbirlerinden daha fazla zarar görmeleri gibi bir sorun söz konusu. Örneğin, Çin’de üretim durduğunda, Türkiye’deki fabrikaların üretimi de durdu. Çünkü Çin’den ara malı alamadı. Türkiye’deki tekstil firmaları fermuarları Çin’den alıyordu. Fermuar gelmediğinde, fermuarsız pantolon satamayacağından dolayı üretimini durdurmak zorunda kaldılar. Ülkelerin birbirlerine olan bu bağımlılığı, olayı farklı bir boyuta getirdi. Özellikle Amerika bazında oluşan tartışmalar, ‘biz kendimiz üretebilir miyiz?’ sorusu üzerine oldu ama bu mümkün değil. Çünkü üretim yapılarının yeniden organize olması zordur. Bugün tüm fabrikaları kendi ülkemizde kurmaya çalışmak hem kaynak sınırlılığı hem de verimlilik açısından mümkün değildir. Zaten her şeyi kendimiz üretebileceğimiz bir kaynak da söz konusu değil. Peki ne yapılacak? İşte bu bağlamda ben küreselleşmenin yeniden ele alınacağını düşünüyorum” dedi.
“Ulusüstü kurumların etkinliğinin arttırılması masaya yatırılacaktır”
Küreselleşme tartışmalarında ortaya çıkan koordinasyon sorununa da değinen Taha Eğri konuyla ilgili olarak şu açıklamalarda bulundu: “Küreselleşme tartışmaları sonucu koordinasyon sorunları ortaya çıkmaya başladı. Örneğin, Çin’in virüsü geç haber vermesi, Dünya Sağlık Örgütü’nün geç kalması ve uyarmaması, Amerika’nın bu hususta hem Çin’i hem de Dünya Sağlık Örgütü’nü suçlaması gibi sorunlar oluştu. Bu, küresel anlamda organizasyonun yeniden sağlanması için tartışmaları da beraberinde getirecektir. Ülkeler kısa dönemde içe doğru kapanma gibi bir sürece girse de orta ve uzun vadede küresel organizasyonun yeniden düşünülüp, ulusüstü kurumların etkinliğinin arttırılması masaya yatırılacaktır. Evet küreselleşmeye ihtiyacımız var ancak bu küreselleşmenin sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için, ‘ulusların müdahalesinden bağımsız ulusüstü kurumlar tarafından yönetilmesi gerekiyor’ tezi de bazı kesimler tarafından dile getirilecektir. Daha fazla küreselleşen, daha fazla iç içe geçen, ülke egemenlikleri üzerine kurumların daha fazla söz almaya çalıştığı tartışmalar da bizleri bekliyor diye düşünüyorum.”
“Bir-iki ay daha ekonomi bu şekilde devam ederse durum kötüleşmeye başlayacak”
Uluslararası merkez bankalarının büyüme tahminlerinin, değişen ve kötüleşen bir tablo çizdiğine değinen ve yatırımcıların gelecekteki belirsizlikten dolayı ellerindeki finansal kağıtları satıp dolara dönüştürdüğünü ifade eden Eğri, “Borsada veya diğer yatırım araçlarında ekonomik bir toparlanmanın ne kadar süreceğine dair ciddi bir belirsizlik söz konusu. Ülkeler açısından bakacak olursak; Ocak-Şubat-Mart ayları içerisinde Dünya Bankası’nın veya diğer uluslararası merkez bankalarının büyüme tahminlerine göre, Ocak-Şubat-Mart aylarının tamamında değişen ve kötüleşen bir projeksiyon var. Bu durum aslında meselenin kestirilememesinden kaynaklı. Birçok senaryo çiziliyor ve bu senaryolar bağlamında Ocak ayında Türkiye’nin yüzde 1 oranında pozitif bir büyüme oranı tahmin ediliyordu. Niye? Çünkü o dönem Çin ekonomisi durmuş durumdaydı. Batı’ya henüz bir kriz gelmemişti. Dolayısıyla Türkiye, Avrupa için temel arz sağlayan bir potansiyele sahip oldu. Ama daha sonra salgının Türkiye’ye de bulaşmasıyla bakıldı ki hem Avrupa’da hem de Amerika’da talep ve üretim duracak. Böylece Türkiye’nin de bu avantajı kaybolmuş olacak. En son Nisan ayında IMF’nin yaptığı tahmine göre, küresel ekonominin bu yıl içerisinde yüzde 3 gibi bir oranda küçülmesi yönündeydi. Bu büyük ülkeler için yüzde 6’ya kadar çıkıyor. Eğer 1-2 ay daha ekonomi bu şekilde devam ederse bu rakamlar daha da büyüyecek ve durum kötüleşmeye başlayacaktır.
“Avrupa’da bir toparlanma meydana gelirse, bu durum Türkiye için avantaja dönüşebilir”
Türkiye’nin tüketim taleplerinde düşüş olduğuna değinen ve Avrupa’nın toparlanması halinde bu durumun Türkiye için bir avantaja dönüşebileceğini ifade eden Taha Eğri, “Şu an görünen duruma göre, Türkiye’de tüketim taleplerinde yüzde 30 oranında bir düşüş söz konusu. Bu, birkaç ay daha devam ederse durum kötüleşecektir. Ekonominin nasıl toparlanacağı konusunda çeşitli hususlar var. ‘V şeklinde mi yoksa U şeklinde mi toparlanacak?’ gibi tartışmalar var. Yani aşağı yönlü bir grafik düşünün; bu grafik ani bir şekilde tekrar yukarı mı çıkacak yoksa bu düşüş belirli bir seviyede sürüp daha sonra mı yukarı çıkacak? Bu durum ekonomide alınan önlemlere ve salgının gidişatına bağlı olacaktır. Tahmin ediyorum ki, ülkeler bu hususu çok fazla sürdürebileceğini düşünmediği için piyasaları açmaya başladılar ve açmaya da devam edeceklerdir. İktisadi kriz, kontrol edilebilir bir seviyeye doğru gitmeye başlıyor. Eğer Avrupa’da bir toparlanma meydana gelirse bu durum Türkiye için avantaja dönüşebilir. Türkiye, Avrupa’ya kendi girişimcisinin etkinliğiyle mal arzı sağlayabilirse, bu durum özellikle kobiler için bir fırsat olabilir ve ihracat artabilir” ifadelerini kullandı.
“Gelişmekte olan ülkelerin yaklaşık iki buçuk trilyon dolar büyüklüğünde bir borç ödemesi var”
“Salgın ekonomik anlamda gelişmekte olan ülkeleri nasıl etkiler?” sorusunu cevaplayan Taha Eğri şu yanıtı verdi: “Gelişmekte olan ülkeler açısından iki temel risk var. Biri ticaret diğeri ise dış borç meselesi. Dünya Ticaret Örgütü’nün yeni yapmış olduğu bir tahmin grafiği var. Bu tahmine göre; 2008 yılındaki kriz, uluslararası ticaret trendini zaten kırmıştı. Yani 2000’lerin başında büyümesi gereken ticaret hacmi, 2008’de meydana gelen küresel kriz nedeniyle yavaşlamıştı. COVID-19 salgını ise bu trendi daha da bozdu. Gelişmiş ülkeler açısından en önemli sorun dış borç meseledir. ABD 5 trilyon Dolarlık, Almanya 750 milyar Avroluk, İtalya 500 milyon Sterlin, Türkiye ise 10 milyar TL’yi geçen destek paketleri açıkladılar. ABD ve Avrupa’yı bir kenara koyarsak diğer ülkelerin sunmuş oldukları bu yardım desteklerinin hepsi dış borçtur. Yeterli bir kaynağınız yok ve bu kaynağı piyasaya sürüyorsunuz. Bu durumu Türkiye açısından değerlendirdiğimizde, bizim döviz kaynağımız turizm ve ihracattır. Ancak baktığımızda turizm ve ihracat durmuş durumda, dolayısıyla döviz kaybımız söz konusu. Peki biz gelirimizi elde edemezken, döviz borcumuzu nasıl ödeyeceğiz? Borçlanmayla. Kısa vadede gelişmekte olan ülkelerin yaklaşık iki buçuk trilyon dolar gibi büyük bir rakamda borç ödemesi var. Bu borcun nasıl ödeneceği sorunu söz konusu. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomilerinde ihracat ve turizm durmuş durumda ve bu ülkeleri kısa dönemde yeni bir borç krizi beklemektedir. Burada da iki sonuç karşımıza çıkıyor; ya devletler, özel firmaların borçlarına müdahale edip, onları kamulaştırıp, borcu yüklenecekler ya da uluslararası fonlar, gelişmekte olan ülkelerdeki firmaları satın alacaklar. Herhangi bir gelişmekte olan ülke, stratejik sektörlerini korumak adına sermaye kontrolleri veya aşırı satın alma yoluna giderse bu zincirleme diğer ülkeleri de etkileyip daha farklı sonuçlara yol açabilir. Bu da oldukça büyük bir risk taşır.”
“Türkiye’nin yaptığı yardımlar görünürlüğü ve imajı açısından önemli bir gösterge”
Kriz döneminde Batılı devletlerin kendi ekipmanlarını üretebilecek kapasitede olmadığına değinen ve Türkiye’nin dış ülkelere yaptığı yardımların imajı açısından önemli olduğunu vurgulayan Taha Eğri, “Salgın sürecinde Batılı devletlere baktığımızda üretimi Asya ülkelerine bırakıp, kendilerini hizmet ve finansal sektörlere yoğunlaştıran bir yapıda olduklarını gördük. ‘Biz parayı kazanırız, malı zaten Asya’dan satın alıyoruz’ tavrı vardı. Bu kriz ortaya çıkardı ki, Batılı devletlerin mevcut imalat yapıları ve iş gücü kapasiteleri koruyucu ekipmanlar ve maskeler gibi temel ihtiyaçlarını üretmeye bile yetmiyor. Türkiye sahip olduğu imalat sanayisi sayesinde, hızlı bir şekilde sağlık ekipmanlarını üretebileceğini dünyaya göstermiş oldu ve hem iç ihtiyacını karşıladı hem de birçok ülkeye yardım etti. Çin’in de bu kapasitesi var ancak Çin bu kapasiteyi kendi ülkesi için kullanmayı tercih etti. Türkiye bu anlamda iyi bir organizasyon kabiliyeti gösterip, diğer ülkelere de yardımcı olmuş oldu. Bunlar önemli yardımlar ancak iktisadi anlamda çok büyük hacim kaplayan yardımlar değil. Türkiye’nin görünürlüğü ve imajı açısından önemli bir gösterge. Amerikan veya İngiliz medyasında Türkiye’nin bu tür yardımları yapmasıyla adından söz ettirmesi, Türkiye’nin yumuşak gücünü göstermesi açısından olumlu oldu ama siyaset, diplomasi, yumuşak güç gibi kavramlar çok çabuk değişebilen konulardır. Salgın sonrasına baktığımızda diğer tartışmalı faktörler yeniden gündeme gelecektir” dedi.