Prof. Dr. Süleyman İrvan, COVID-19 sürecinde gazeteciliği değerlendirdi
Prof. Dr. Süleyman İrvan, COVID-19 sürecinde gazeteciliğin önemini vurguladı
Haber Üsküdar – İzel Çelik
Üsküdar Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü tarafından Instagram üzerinden düzenlenen online söyleşide, COVID-19 sürecinde gazetecilik konuşuldu.
Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Kulübü Başkanı Sümeyye Şen’in moderatörlüğünü yaptığı söyleşide, Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve Gazetecilik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Süleyman İrvan, COVID-19 sürecinde gazeteciliğin önemi ve sorumlulukları hakkında değerlendirmelerde bulundu.
“Kriz ve belirsizlik anlarında medyaya bağımlılık artıyor”
Kulüp başkanı Sümeyye Şen’in, “COVID-19 sürecinde kitle iletişim araçlarının önemini nasıl yorumluyorsunuz?” sorusuyla konuşmasına başlayan Prof. Dr. Süleyman İrvan, şu değerlendirmelerde bulundu: ”Genel olarak bu süreç medya açısından çok önemli. İnsan hayatında çok nadir görülebilecek bir dönemden geçiyoruz. En başından beri kestiremediğimiz, belirsiz bir dönemdi. Medya da bu süreçte önemli bir sınavdan geçiyor, haberlerini revize ediyor, kendini yeniliyor ve bir yandan da toplumu bilgilendirmeye çalışıyor. Kriz ve belirsizlik gibi anlarda medyaya bağımlılık artmaktadır. İnsanlar belirsizliği anlamaya, anlamlandırmaya çalışıyorlar ve başvurdukları kaynak medya oluyor. Medya doğru bilgilendirmeyi yapmadığında dedikodu, söylenti hızla yayılmaya başlıyor. Dolayısıyla bu gibi belirsizlik dönemlerinde medyaya çok büyük görev düşüyor.”
Türkiye’de COVID-19 vakasının görüldüğü 11 Mart’tan itibaren gazete tirajlarında ciddi bir düşün yaşandığını ifade eden Sümeyye Şen, bu düşüşün sebeplerinden birinin de gazete kağıdından virüs bulaşıp bulaşmayacağı konusundaki kaygılar olduğunu ifade ederek, "Bu tiraj düşüşünü nasıl yorumluyorsunuz?" diye sordu. Prof. İrvan şu cevabı verdi: “Ben sağlıkçı olmadığım için gazete kağıdından virüs bulaşıp bulaşmayacağı konusunda bir şey söyleyemem ama bu durum gazetelerin düşüşünde bir faktör oldu. Aslında gazete tirajlarında Koronavirüs sürecinden önce de düşüşler söz konusuydu. Ama salgın süreci düşüşü hızlandırdı, çünkü insanlar bu gibi durumlarda olan biteni hemen öğrenmek istiyor, yarını beklemek istemiyor. Oysa gazetenin bir periyodu var. Dolayısıyla bu salgın sürecinde basılı gazeteye ihtiyaç azalmaya başladı. Basılı gazeteyi zaten gençler fazla okumuyordu. Fakülteye gazete geldiği halde öğrencilerimden gazeteyi eline alıp okuyan pek görmüyordum. Basılı gazete, gençler tarafından unutulmuş bir iletişim aracı haline dönüştü. COVID-19 sürecinden önce de ‘acaba basılı gazetelerin sonuna mı geldik?’ gibi tartışmalar vardı ancak bu salgın basılı gazetenin sonunu daha hızlı getirdi diye düşünüyorum. Basılı gazeteler belli bir süre daha devam edecektir ancak uzun vadede ömrünün dolduğunu düşünüyorum. Basılı gazeteler yerine internet mecralarında daha kaliteli gazeteler çıkacaktır.”
“Türk medyası ajans haberciliğinden kurtulup özgün içeriğe yönelmeli”
Bu süreçte dijital medyaya olan yönelmenin kalıcılığını yorumlayan ve Batı medyasının abonelik sisteminin Türkiye’deki durumuna değinen Prof. Dr. Süleyman İrvan şu ayrıntılara dikkat çekti: “Gazetecilik haber demektir ve insan var olduğu sürece habere ihtiyaç bitmeyecektir. Dolayısıyla gazetecilik ölmeyecek bir meslektir. Mutlaka başka mecralarda özellikle internette kendine yer bulacaktır. Ancak bu konuda Türkiye’ye özgü sorunlar var. Meselâ Türkiye'de insanlar dijital gazeteye para ödemeye ve abonelik sistemine alışkın değiller. Batı medyasında özellikle Amerika’da bu durum iyi kavrandı. İnsanlar abone olup haberleri okuyorlar. Zaten abone olmadan örneğin New York Times’ı okuyamazsınız. Yani, ‘beni okumak istiyorsan para ödeyeceksin’ diyorlar. Abonelik sayıları inanılmaz rakamlara ulaştı, basılı gazeteden daha fazla abonesi var. Peki bu bizde niye olmadı? En başta bizde New York Times gibi bir gazete olmadığından dolayı olmadı. New York Times, özgün habercilik yapmakta. Para vermeye değecek bir içerik üretirseniz, insanlar para verecektir. Türk medyasının ajans haberciliğinden kurtulup özgün içerikler üretebilmesi gerekmekte. Bir gazetenin SEO uzmanı olarak çalışan bir arkadaş haber sitesine günde 700-800 haber girildiğini söylemişti. Bu haberlerin yüzde 90’ı ajanslardan gelen haberler. Gazetenin kendi muhabirleriyle ürettiği özgün içerik sayısı en fazla 50-60 tane. İçeriklerin büyük bir kısmını ajanslardan alıyorlar, insanlar da ajanlardan gelen haberlere para ödemek istemiyor, çünkü aynı haberi birçok internet sitesinde bulabiliyorlar. Sadece size ait bir içerik olursa eğer, insanlar onu okumak için ücret ödeyebilir. Türkiye medyası bunu yapmadığı sürece Google reklamlarına muhtaç bir gazetecilik sergileyecektir. Bu da riskli bir durumdur.”
“Batı dünyasında nasıl bir Doğu imajı varsa bize de o şekilde yansıyor”
COVID-19 sürecinde Çin’e karşı oluşan öfkenin bir ölçüde Batı medyası etkisi altında olduğumuz için oluştuğunu ifade eden Prof.Dr. Süleyman İrvan, “İnsanların gizemli, bilinmedik şeylere karşı bir önyargısı vardır. Çin de eski bir kültür olmasına rağmen, hakkında çok fazla bir bilgiye sahip olmadığımız bir ülke. Zaten genel olarak Uzak Doğu’ya ilişkin çok olumlu düşüncelerimiz yok. Bu süreçte Çin ile ilgili, özellikle vahşi hayvan eti yedikleri konusunda çok fazla söylenti yayıldı. Kültürel antropoloji konularını okuyan, bilen kişiler her ülkenin farklı yeme-içme kültürleri olduğunu bilir. Nasıl başka insanlar bizim yediğimiz içtiğimiz şeyleri eleştiriyorsa, biz de tanımadığımız bilmediğimiz kültürlere karşı önyargılı davranabiliyoruz. Çin’e karşı da önyargıdan kaynaklı söylentilerin olduğunu düşünüyorum. Haberlerden de okuduğum kadarıyla virüsün vahşi hayvanlardan insana geçtiği konusunda herhangi bir kanıt ortaya konulmadı. Biz aslında daha çok Batı medyası etkisinde kaldığımız için bu salgın sürecini de onların gözlüklerinden görüyoruz. Batı medyasında nasıl bir Doğu imajı varsa bize de o şekilde yansıyor. Meselâ Türk medyasında Çin konusunda uzmanlaşmış, haber yapan bir muhabir yok, hatta Anadolu Ajansı dışında herhangi bir medya kuruluşunun Çin'de muhabiri de bulunmuyor. Orada neler olup bittiğini Amerikan medyasından, İngiliz medyasından takip ediyoruz. Onların çerçevelerinden baktığımız için bu tür söylentiler, yanlış anlamalar ortaya çıkabiliyor” dedi.
“Televizyon ne kadar bilgi aracı olarak görülse de nihayetinde eğlence aracıdır”
Koronavirüs sürecinde televizyon haberciliğine ilişkin değerlendirmeler de yapan Prof.Dr. İrvan şunları söyledi: "Salgın süreci başlamadan önce televziyon izleme ölçümlerinden sorumlu olan TİAK (Televizyon İzleme Araştırmaları A.Ş.) tarafından paylaşılan bilgilere göre en çok televizyon izleyen ülke Suudi Arabistan, ikinci sırada Türkiye geliyordu. Koronavirüs süreinde izlenme oranlarının ve sürelerinin daha da arttığını düşünüyorum. Bilgiye ihtiyaç artınca insanlar neler olup bittiğini televizyonlardan öğrenmeye çalışıyorlar. Televizyonlardaki tartışma programlarında önceleri genelde gazeteciler çıkıyordu ve her konuda bir şey söylüyorlardı. Şimdilerde artık sağlık konusunda uzman kişileri çıkarmaya başladılar. Televiyon her ne kadar bilgi mecrası olarak görülse de nihayetinde bir eğlence aracıdır. Haberleri bile aslında eğlence formatında vermeye çalışır. Neil Postman'ın deyişiyle 'televiyon öldüren eğlence' demektir. Televizyon reyting demektir, dolayısıyla yapılan programlarda popüler isimler tercih edilmektedir, çünkü popüler insanlar daha çok reyting alıyor ve insanlar onların söylediklerini daha çok dikkate alıyorlar. Salgının başlarında da bu yaşandı. Fakat bir süre sonra COVID-19 salgınının ciddi bir mesele olduğu anlaşıldı ve televizyonlar da daha doğru bilgi vermeye, salgın konusunda uzman konuklar almaya başladılar. Medya bu süreçte sağlık haberciliğini doğru yapmayı öğrendi ve halkı daha doğru bilgilendirmeye başladı.
“Medya bir süre sonra duyarsızlaştırmaya başlıyor”
Küresel salgın sürecinde haber tüketiminin arttığını ifade eden Prof. İrvan, “Küresel salgın haber tüketimini arttırdı ve insanlar daha çok haber okumaya başladılar. Her gün en çok okunan haber, Sağlık Bakanı'nın akşam saat 7 gibi yaptığı açıklamalara ilişkin haberdir. Aslında burada ürkütücü olan bir şey var; 11 Mart’ta ilk vakanın açıklandığı haber çok önemliydi. Çok büyük verilmişti medyada. Bugün baktığımızda ise her gün vaka sayısı artmaktadır ama verdiğimiz tepki aynı değildir. Çünkü artık alıştık ve bu durum normal gelmeye başladı. Bugün örneğin 48 kişi Koronadan vefat etmiş ama biz vefat eden kişi sayısı 100 kişinin altına düştü diye seviniyoruz. Bir kişinin ölmesi bile çok büyük haberken, artık ölümler sıradan gelmeye başladı. Dünyadaki Koronavirüs istatistikleri çok korkunç aslında, çok ciddi bir risk söz konusu” dedi.
“Asıl gazetecilik sahada yapılan gazeteciliktir”
Türkiye’de gazeteciliğin ajans haberciliğine yaslanması sorununa değinen ve gazetecilik mesleğinin sahada yapılması gerektiğinin altını çizen Prof. Dr. Süleyman İrvan şunları söyledi: ”Türkiye’de ajanslardan gelen haberlere dayalı bir gazetecilik söz konusu Anadolu Ajansı, Demirören Haber Ajansı, İhlas Haber Ajansı olmak üzere üç büyük ajans ile ANKA gibi diğer küçük haber ajansları her gün 2500-3000 civarında haber üretiyor. Basılı gazeteler ve internet medyası da büyük oranda bu ajanlardan gelen haberleri alıp yayımlıyorlar. Editörler, haberleri aindirip kendi sitelerinde yayımlıyor. Dolayısyla bu süreçte ofise gitmelerine gerek kalmıyor. Ama bir olayı haber yapacaksanız muhabirin sahada olması gerekmekte. Örneğin 10 Mayıs Pazar günü 65 yaş üstü kişilere belli saatlerde sokağa çıkma izni verildi. O gün muhabirlerin sahaya çıkıp, 65 yaş üstünü görüntüleyip, duygu ve düşüncelerini öğrenip, haber yapmaları beklenir. Bunu evden yapamazlar. Bu salgın sürecinde sahadaki muhabirin işi zordur, kendini güvence altına almak zorundadır, ancak sahada olmadan gazetecilik yapılamaz. Evden ancak ajanslardan gelen haberleri alıp yayımlayabilirsiniz. Onun dışında gazetecilik evden yapılabilecek bir meslek değildir. Asıl gazetecilik sahada yapılan gazeteciliktir.”