8 Mart Kadın ve Medya Paneli'nde akademisyenler medyada kadının temsilini tartıştı
09.03.2022 13:31

8 Mart Kadın ve Medya Paneli'nde akademisyenler medyada kadının temsilini tartıştı


Haber Üsküdar - Ümmü Gülsüm Dural

Üsküdar Üniversitesi İnsan Odaklı İletişim Uygulama ve Araştırma Merkezi (İLİMER) ile İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünün ortaklaşa düzenlediği "8 Mart Kadın Ve Medya" başlıklı panel gerçekleştirildi. İLİMER Müdürü Doç. Dr. Gül Esra Atalay’ın moderatörlüğünde gerçekleştirilen panele, Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazife Güngör, Prof. Dr. Nilüfer Timisi, Doç. Dr. Aysun Aydın, Doç.Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan, Doç.Dr. Yıldız Derya Birincioğlu Vural konuk oldu.  

Üsküdar Üniversitesi İnsan Odaklı İletişim Uygulama ve Araştırma Merkezi İLİMER ile Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünün ortaklaşa düzenlediği “8 Mart Kadın ve Medya Paneli” İLİMER Müdürü Doç. Dr. Gül Esra Atalay’ın moderatörlüğünde zoom üzerinden gerçekleştirildi.  

Prof. Dr. Nazife Güngör: “Eşitsizlik süreci cinsiyet kimlikleri üzerinden işletildi” 

Panelin açılış konuşmasını gerçekleştiren İletişim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nazife Güngör, eşitsizlikler üzerine yapılanmış toplum düzeninin oluşumundan bahsetti. “8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününüzü kutluyorum. 8 Mart düşündüren bir gün. Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Ne tür toplumsal ilişkilerin içerisinde yaşıyoruz? İnsanlık kurulurken sanki eşitsizlikler üzerine toplumların yapılandığını görüyorum. İnsanlık tarihine baktığımızda küçük bir azınlık, kitleleri güçten yoksun hale getirerek, yoksun bırakarak kitleler üzerinde egemenlik kuruyor. O egemenlik ilişkileri örgütsel süreçleri yapılandırarak günümüze kadar geldi. Dolayısıyla bu süreci ilişkiler düzeyine indirmek zor. Çok mücadele vermek gerekli. Bu mücadelelerden biri 8 Mart. Yüzyıl öncesinde Amerika’da başladığını görüyoruz. Sadece eşit ücret alma talebiyle yola çıkan 120 kadının yanıp, kül edildiğini görüyoruz. Korkunç bir trajedi yaşanıyor. Tek istekleri çocuklarına daha fazla vakit ayırmak, yaşanabilir standartlara sahip olabilmek idi. Bu talepleri bile büyük bir dehşetle karşılandı. Hayatlarını vahim bir şekilde kaybettiler. İnsanların kurduğu eşitsiz, güçsüzü ezme düzeni toplumun her düzeyindeki ilişkileri biçimlendirdi. Erkeğin kadını ezmesi, parası olanın parası olmayanı ezmesi gibi. Eşitsizlik süreci cinsiyet kimlikleri üzerinden işletildi. Dolayısıyla geldiğimiz noktada sürekli  bir trajedi hakim. Dünya uygarlaştıkça özü itibarı ile barbarlaştığını da görüyoruz. Adına uygar dünya diyoruz ama her türlü barbarlık söz konusu. Barbarlık; yoksun bırakmak, kıt kaynaklardan eşitsiz faydalanmak, özgürlüğü kısıtlamaktır. Ana haberlerde her gün kadın cinayetlerini izliyoruz. Olay artık yoksun bırakmanın ötesinde imha noktasında. İmha ediyor ve kurtuluyor. Üstelik imha etmeyi, öldürmeyi kendine hak olarak görüyor. Yasaların olduğu, güya işlerlikte olduğu toplumlarda aslında yapılan yasaların biraz göstermelik kaldığını görüyoruz ve hayretler içerisindeyiz. Burada yapılan bir hata var, hata değil bilerek yapılan. Toplumsal ilişkiler organize edilmeye başlarken, erkek atak davranıp, biyolojik birtakım özelliklerini kullanıp kadını evin içine kapatıp, kamusal alanın dışında, sosyal ilişkilerden uzak bir konum biçti. O zamandan itibaren kadın hep evin içinde. Evin içinde olmak demek, giderek üretimin dışında bırakmak, üretimden alıkoymak demektir. Üretmeyen, üretimin dışında kalan birey başka birinin egemenlik alanı içinde yaşamaya mahkumdur. Hayatın her düzeyinde pasif bırakılır. Teraziyi eşit biçimde kursalardı; toplumsal örgütlenmeler, aile örgütlenmeleri, üretim örgütlenmeleri, üretim biçimleri denge içinde olabilseydi, bugün biz cinsiyetler arası eşitsizliği, kadına şiddeti konuşuyor olmayacaktık.“ 

Prof. Dr. Nilüfer Timisi: "Barışın inşacısı ve kurucusu kadındır"

Medya ve kadın üzerine önemli çalışmalarda bulunan İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümünden Prof. Dr. Nilüfer Timisi, medyada kadın temsiliyeti ve kadınların özne olabilmelerine dair birçok noktaya değindi. Prof. Dr. Nilüfer Timisi, “8 Mart, dünya kadın hareketi açısından önemli bir gün. Barışa her zaman olduğu gibi bugün de ihtiyacımız var. Günümüzün en önemli meselesi barış. Barış kavramını en çok dillendiren kesim kadınlar. Barışı dillendirmekten öte barışın inşacısı ve kurucusu kadındır. 1850’den bu tarafa kadınların talebi çeşitli içerikler oluşturularak günümüze kadar geliyor. Umarım bizden sonraki kuşaklar da devam edecek. Medya meselesine geldiğimizde, medya-kadın  ilişkisi tarihsel yaklaşımda sorunlu olarak karşımıza çıktı. Matbaanın icadından itibaren aslında toplumda var olan eril iktidar yapısının sembolik üretim içerisinde de nasıl yerini bulduğunu biliyoruz. Dolayısıyla kadınlar her zaman içerik üretmekte, inşa etmekte var olmalarına rağmen kadınların, toplumun diğer alanlarında olduğu gibi görünmediğini, temsil edilmediğini söylemek mümkün. Kadının varlığını ve eşitsiz ilişkileri görünür kılmak, genel toplumsal projenin parçasıdır. Eşitsiz iktidar ilişkilerini dönüştürmenin en önemli ayağını medya oluşturuyor. Bu sebeple medya ve kadın ilişkilerine baktığımızda temsil ya da temsiliyet kavramının akademisyenler için en önemli akademik araç olduğunu, aynı zamanda bir toplumsal mesele olduğunu biliyoruz.“ 

“Medyada maruz kaldığımız içeriklerin kadınların lehine olmadığını söylemek mümkün"

Kadınların medyadaki konumuna değinen Prof.Dr. Nilüfer Timisi, “Medya, toplumsalı oluşturan en önemli alandır. Bizi ortaklaştıran, haberdar eden, ortak bilgi çerçevesinde buluşturan, aynı zamanda kimliklerimizi, toplumsal aidiyetlerimizi belirleyen en önemli sembolik iktidar merkezidir. Dolayısıyla bu alan içerisinde neye maruz kaldığımız, ne kadar maruz kaldığımız geniş toplum kesimlerinin düşünce sistemini belirliyor. Temsiliyet kavramı üzerinden tarihsel olarak medyaya baktığımızda, medyada maruz kaldığımız içeriklerin kadınların lehine olmadığını söylemek mümkün. Yani kadınlar medyada daha az temsil ediliyor. Her türlü medya içeriğine baktığımızda kadın ve erkek arasındaki temsiliyet farkından söz etmek mümkün. 114 ülkeyi kapsayan bir araştırmaya göre, 20 yıllık süreçte katılımcıların duydukları, okudukları, izledikleri kadın oranı sadece yüzde 24. Kadınlar medyada tabii ki var, fakat bir özne olarak var olmayan daha çok sembolik bir geçiş olarak karşımıza çıkıyor. Kurmacalarda kadınlar yer alıyor, dizilerde kadınlar yer alıyor. Gerçeğin yorumlanmasında, gerçek ile ilişkili bir konuda kadınların yeterince bilen bir özne olmadıkları, kaynak olarak var olmadıkları, konuşan, bilen, düşünen bir özne olarak var olmadıklarını görüyoruz. Kadınlar sürekli etiketlenerek gündem haline geliyor. Mağduriyet var ise, şiddet var ise, şiddet kurbanı ise gündemde oluyor. Şiddet mağduru olan kadın da çeşitli ifade ve resimlerle tekrar mağdur ediliyor. İkinci mesele emek süreçleriyle ilgili. Medya endüstrisinde çalışan kadın sayısı artıyor. TÜİK raporlarına göre 100 kadından 17’si istihdam sahibi. RTÜK ve TRT’de üst düzeylerde kadın yok. Medyada gazeteci olarak, içerik üreticisi olarak, prodüktör olarak kadınlar var ama kadınlar yükselemiyor. Eşit işe adaletsiz ücret, cinsiyetlendirilmiş iş tanımları, kadının çocuk sahibi olma durumunda meslekten alıkonulması gibi sorunlar var. Olumlu örnekler tabii ki var. Bu olumlu örnekleri ön plana çıkararak kadınların özgür, bilen özneler olduğunun altının çizilmesi gerekiyor.” 

Doç. Dr. Aysun Aydın: "Olması gereken ataerkil sistem tarafından belirlenmiş"

Felsefe ve söylem açısından kadın ve medya konusunu ele alan Düzce Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Aysun Aydın, “Toplumsal cinsiyet rollerinin aktarılması en fazla medyanın araçsallığında gerçekleşiyor. Toplumsal cinsiyet kalıplarının, sembollerinin, normlarının temelinde medya büyük rol oynuyor. Genel olarak felsefede toplumsal cinsiyet rollerinin cinsiyet rollerine indirgenmesi ve iki kavram arasında sanki nedensel bir ilişki varmış gibi indirgemeci yaklaşım, en temelde doğalcı yanılgı dediğimiz mantıksal hata. Çünkü buradaki problem kadının ya da erkeğin biyolojik gerçekliğinden, olması gereken üzerine çıkarım yapmak. Bu mantıksal çıkarım açısından doğru bir çıkarım değil. Olması gereken, ataerkil sistem tarafından belirlenmiş, -meli, -malı ahlaki önermeleriyle ifade edildiği için kadına dayatılan bir ahlaki değerler sistemini oluşturuyor. Medya aracılığıyla çok sıklıkla tanık oluyoruz. Erkek bir şarkıcı tarafından kadının fıtratı gibi söylemlerle, kadının nasıl davranması gerektiğine ahlaki zemin üzerinde karar veriliyor. Bu çok yüklü bir mantıksal hata. Böyle bir norm, ahlaki değerler sistemi söz konusu değil ve biyolojik cinsiyetle açıklanamaz. Dolayısıyla ikisi arasında kurulan yanlış nedensel ilişki ataerkil medyayı besliyor. Düşünce tarzının temelinde kavramsal bir anlayış var. En ilkel toplumlarda bile görebiliyoruz. Siyahın kötülüğü, beyazın iyiliği, erkeği gücü, kadının bedeni temsil etmesi gibi. Bugün iş yaşamında doğurma yetisine sahip kadının olması ya da annelik vasfı kadına dezavantaj olarak dönüyorsa, bizim esas farkımız doğurmamak oluyor. Erkeğin sahip olduğu bir nitelik üzerinden kadını dezavantajlı tanımış oluyoruz. Kadın her zaman ötekileştiriliyor. Kavramsal dönüşümü yeniden inşa edebilirsek, söylemimiz, dilimiz, ifademiz ve eylemimiz de değişir.” 

Doç. Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan: "Çizgi filmlerde tektipleşme çok belirgin"

Çizgi filmlerdeki kadının rolünden bahseden Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Bahar Muratoğlu Pehlivan konuşmasında şunları söyledi: “Çizgi filmlerde kadının rolünün çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çocukların zihni yeni şemaların öğrenilmesine çok açık. Dolayısıyla çocukluktan itibaren gördüğümüz, izleme ve hikaye dinleme davranışında da yeni şemaları belirgin şekilde görüyoruz. Araştırmalar göre, çocuklar için hazırlanan içeriklerde cinsiyetin tektipleştirilmesi çok belirgin. Daha çok erkek karakterler var. Buna dayalı olarak, çok çizgi film izleyen çocuklarda tektipleştirme az izleyenlere göre daha fazla. Türkiye’deki çizgi filmlere baktığımızda vahim bir durumda olduğumuzu söylemek mümkün. Meselâ, annenin sürekli mutfakta olduğu, neredeyse evden hiç çıkmadığı bir durumu gözlemleyebiliyoruz. Sürekli böyle içeriklere maruz kalan çocuklarda toplumsal cinsiyet farklılıklarının oluşmasını görebiliyoruz.” 

Doç. Dr. Derya Birincioğlu Vural: "Medya, dijital şiddeti farklı şekillerde önümüze çıkarıyor"

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yeni Medya ve İletişim Bölüm Başkanı Doç. Dr. Derya Birincioğlu Vural konuşmasında şunları ifade etti: “2021 yılında 339 kadın ve 34 çocuk öldürüldü. 213 kadın ölümü şüpheli olarak kayıt edildi. Yıllar geçtikçe kadın cinayetleri azalmıyor artıyor. Medyanın bu durumda çok etkisi var. Dijital şiddet, birbirinden farklı birçok kavramla ortaya çıkıyor. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız, Türkçeleştirilmeye çalışılan dijital şiddet uygulamaları söz konusu. Slut shaming, geleneksel davranmayan kadının aşağılanması için kullanılan bir terim. Gaslighting, birini bilinçli şekilde sürekli manipüle ederek, onun gerçekliğinin yerine kendi gerçekliğini koymaktır. 2021’de yapılan araştırmada kadınların yüzde 56’sı dijital ortamda yazılı ve sesli tacize maruz kalıyor. Yüzde 46’sı ısrarlı takibe, yüzde 65’i internet ya da sosyal medya ortamında şiddete maruz kalıyor. Yüzde 21’i fiziksel görünümleri nedeniyle, yüzde 52’si cinsiyetten kaynaklı, yüzde 76’sı ise tanımadığı hesapların şiddetine maruz kalıyor. Horizon Venues adlı platformda kendi avatarını yaratan Nina Jane Patel, metaverse girişinde tacize uğradı. Metaverse şirketi açıklamada bulunup, böyle durumları önleme konusunda daha kesin adımlar atacağını dile getirdi. Diğer önemli konu ise gençlerin sosyal medyayı vitrin olarak kullanması. Kendi benlik algılarını, sosyal medyadaki vitrinde oluşturuyorlar. Vitrinimizin sınırlarını daha belirgin hale getirebilirsek bu şiddet olgusunu biraz daha azaltabiliriz.”