Foto muhabiri Güliz Vural ölüm botuyla yaptığı yolculuğu anlattı
Haber Üsküdar- Sefa Mert Kahraman
Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde Prof. Dr. Süleyman İrvan tarafından verilen Gazeteciliğe Giriş dersi kapsamında ‘deneyimsel gazetecilik’ konuşuldu. Derse foto muhabiri Güliz Karaoğlan Vural konuk oldu.
Prof. Dr. Süleyman İrvan tarafından verilen Gazeteciliğe Giriş dersinde ‘deneyimsel gazetecilik’ konuşuldu. Derse foto muhabiri Güliz Karaoğlan Vural çevrim içi ortamda konuk oldu ve yaşadıklarını öğrencilerle paylaştı.
“Fotoğraf makinesi benim için her yere giriş vizesi”
Konuşmasına kendisini tanıtarak söze başlayan Güliz Karaoğlan Vural, “Ben Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde fotoğraf eğitimi aldım. 16 yıldır birçok gazete ve dergide foto muhabirliği yapıyorum. Şimdi İngiltere'ye yerleştim, işime burada devam ediyorum” dedi. Derste ‘ölüm botu’ adını verdiği bot ile yaptığı yolculuğun hikayesini anlatan Vural, “Bugün size ölüm botu ile yolculuğu anlatacağım. Aslında mültecilerle yaptığım üç proje vardı. Bu, o projenin bir ayağı. Diğer iki ayağından ve beni bot projesine götüren süreçten biraz bahsetmek istiyorum. İstanbul Fatih’te Sulukule’yi bilirsiniz, daha önce orada Romanlar yaşıyordu. 2011’de Suriye’deki iç savaşla birlikte oraya Suriye’den gelen insanların yerleştiğini fark ettim. Önce acaba buraya zengin Suriyeliler mi yerleşiyor diye düşündüm. Orada Romanlar yaşıyordu, kentsel dönüşümden dolayı evlerini boşalttılar. Çok yüksek bütçelerden dolayı Romanlar oraya tekrar yerleşemediler. 2011 yılında da iç savaştan kaçan Suriyeliler Sulukule’ye yerleşti. Ben ilk yerleşen Suriyelilerin zengin Suriyeliler olduğunu düşündüm. Çünkü kiralar çok yüksekti. Bu kanıya oradan vardım. Fakat projeye başladığımda aslında birçok gencin bir arada yaşadığı ve her boşluğun ranza olarak değerlendirildiği evler gördüm. Bu evlere girmem hiç kolay olmadı. Burası neden önemli, çünkü burası Avrupa’ya geçişin yoluydu. Bu ranzaları kiralayan gençler burada para biriktiriyorlar, buradan Avrupa’ya geçiyorlar. Sulukule’de aylarca çalıştım. Eskiler gidiyor, yenileri geliyor. Bir kere gördüğümü bir daha görememeye başladım. Çünkü herkes çıkmanın bir yolunu buluyordu. Fotoğraf makinesi çok büyülü bir şey. Fotoğraf makinesi her yere giriş vizesi benim için, o yüzden çok önemli. Bu projeyi çok sevmemin nedeni Türkiye’nin hafızasına bir katkıda bulunmuş olmam, bu beni çok mutlu ediyor” ifadelerini kullandı.
“İnsanlar ölümü göze alarak gitmek istiyorlardı”
Ölüm botu ile ilgili izlenimlerini de aktaran Vural, “Özellikle 2013’te Ege ve Akdeniz üzerinden Türkiye’den Ege’deki Yunanistan adalarına çok ciddi bir insan trafiği başladı. Bu insanlar şişme botlarla ölümü göze alarak Batı ülkelerine gitmek istiyorlardı. Türk medyasında her gün batan botların ve kaybolan insanların haberlerini okuyordum. Hem Türkiye hem Batı bu trajik durumu sadece izliyordu. Gözünüzün önünde yüz binlerce insan şişme botlarla akıbetini bilmedikleri bir yolculuğa çıkıyordu, bu yolculuğu herkes gibi gazeteciler de kıyıdan izliyordu. Bu beni çok etkiledi. Bu insanlar bu güzergahı nasıl geçiyor? Neden ölüyorlar? Botlar neden batıyor? gibi soruların cevabı yoktu, bu beni çok etkiliyordu. Ne yapabileceğimi düşündüm, botla geçiş projesini Mimar Sinan Üniversitesi’ne bitirme projesi olarak sundum. Sonrasında P24’e gittim, projeyi sundum ve fon istedim. Ölüm botu ile yolculuk yapacağımı söyledim. Hemen proje kabul edildi, iki günde BBC ve Hollanda Dış İşleri Bakanlığı’nın dahil olduğu bir fon aldım. Bir hafta içinde tüm hazırlıklarımı yaptım. Hızlı olmalıydım çünkü botun batma ihtimaline karşı hipotermi geçirmemek için deniz suyu henüz sıcakken yola çıkmalıydım. İnsan kaçakçılarıyla konuştum. 2015 yılının Ekim ayında Türkiye’nin Yunanistan’ın Midilli Adası’na en yakın noktası Ayvacık Bektaş Köyü’ne giderek biraz gözlem yaptım, gözlerime inanamadım. Eminönü – Üsküdar seferi gibi gözümün önünde botlar yola çıkıyordu. Gecenin karanlığında bile yola çıkıyordu, aslında çok tehlikeliydi. Orada bir otele yerleştim, sahibi ve ailesiyle tanıştım, ne yapmak istediğimden bahsettim. Onlar da yardım etmek istediler. Neden otel sahibiyle konuştum, çünkü orada insan kaçakçılığı yapan çocuklar köyde zeytin toplayan çocuklar aslında. Tabii bu bir şebeke işi ama onlar bu işin görünen yüzüydü" şeklinde konuştu.
“Kadın olmam tehlikesiz olduğum anlamına geliyordu”
Ölüm botuna biniş sürecinde neler yaşadığını anlatan Güliz Vural şu ifadeleri kullandı: “Bir keşif yaptıktan sonra sabah çıkan bota binmeye karar verdim. Otel sahibi ve eşi ile birlikte çıkan bir bota yaklaştık. Kıyıya yakın ormanlık bir alanda botu şişiriyorlardı. Ben gördüğümde botu şişirmeye başlamışlardı, benim için en zor olan anlar bu anlardı. Çünkü insan kaçakçıları ile bire bir konuşup artık bota binmek için onlarla bir nevi pazarlık yapmam gerekiyordu. Bir proje hazırladığımdan ve fotoğraf çekmek istediğimden bahsettim. Bu projede bir başarı varsa o da insan kaçakçısı engelini aşmak. Sonra zaten meslektaşlarımın neden bota binmediğini anlamıştım. Bence bir kadın olmam onların gözünde tehlikesiz olduğum anlamına geliyordu. Erkek olsam benim bir proje yaptığımdan bile bahsetmem mümkün değildi. Büyük bir makineyle onların fotoğrafını çekiyor olmam, onların kendilerini iyi hissetmelerini sağladı. Mülteciler botu kıyıya doğru taşırken fotoğraflamaya başladım. 18 Ekim 2015 saat 11’e doğru botu kıyıya yerleştirdiler ve üç dört dakika bir mülteciye botu nasıl kullanacağını gösterdiler. Botların batma sebeplerinden biri de bu, botu bilen kişiler kullanmıyor. O bota binen herhangi bir mülteci kullanıyor. On iki kişilik bota kırk beş elli kişi bindirmeye çalıştılar, yer kalırsa çantaları vereceklerdi. Bu bota binen her bir kişiden kişi başı üç bin dolar para alıyorlardı. Ben botun en uç kısmına oturdum ve hiç hareket etmeden fotoğraf çekmeye başladım. İnsanlar bot hareket ettikten sonra çok karışık duygular içindeydiler, o an şunu düşündüm belki de evlerinden o an ayrılıyorlardı, artık bir geri dönüş yoktu. O gerçek bir gidişti.
“Adaya çıkar çıkmaz gözaltına alındım”
Konuşmasında bot yolculuğunu ve sonrasını da paylaşan Güliz Karaoğlan Vural şunları söyledi: “Otel sahibi bana şöyle bir bilgi verdi. Bot patlarsa kendini düşen insanlardan uzağa at. Çünkü herkes birbirini aşağı çekerek öldürüyormuş. Bu bilgiyle o bota binmek çok zordu. Kıyıya çok fazla ceset vuruyordu, o dönem o yüzden köylüler çocukların kıyıya yaklaşmalarını istemiyorlardı. Yol bir saatten fazla sürdü. Midilli’ye çıktığımız kıyı da çok önemliydi çünkü kıyıya yaklaşmadan sert kayalara çarpabilirdik. Ada iyice belirmeye başladığında düdük sesi duyduk. Avrupa’dan gelen çok fazla yardım gönüllüsü doğru kıyıya çıkmamız için bizi yönlendiriyordu. Adaya çıkar çıkmaz gözaltına alındım. Beni karakola götürdüler. Tüm malzemelerime el kondu. Polis ellerim kelepçeli şekilde beni sahil güvenliğe teslim etti. Çünkü sahil güvenlikte gözaltına alınmam gerekiyordu. Fakat nezarethane erkek doluydu çünkü adada bu şekilde gözaltına alınan bir kadın yoktu, nezarethane erkekler için tasarlanmıştı. Beni o hücreye koyamazlardı. Sahil güvenlik telsizlerinin bulunduğu odada bir kanepeye oturttular beni. Eşim Dış İşleri Müsteşarı ile bağlantı kurdu, Dış İşleri Bakanlığı Konsolos’u bilgilendirdi ve Konsolos benimle irtibata geçti. Bana, ‘sakin olun, ani tepki vermeyin, sizi oradan kurtaracağız’ gibi şeyler söyledi. Ben ne olduğunun farkında değildim çünkü plan şuydu: Ertesi gün sınır dışı edilecektim. Ancak kıyıda botun yanaştığını gören bir asker botu benim kullandığıma dair ifade vermişti ve insan kaçakçılığından yargılanacaktım. Dava ertelenirse Atina Cezaevi’ne gönderilecektim ve orada da altı aydan az olmamak üzere kalabilirdim. Biz bunu planlamamıştık. Pazar günü gözaltına alındım, Pazartesi mahkemeye çıktım. Hakim bana çok ciddi iki suçla yargılandığımı söyledi: hem ülkeye illegal girişten hem de insan kaçakçılığından. Size Çarşamba gününe kadar savunmanız için süre veriyorum dedi. Beni bu süreçte birçok yerel gazeteci ziyaret etti, tebrik etti. Bana normal gözaltı prosedürlerini uygulamıyorlardı. Çarşamba gününe kadar iyi bir dosya hazırladık, Türkiye’de de birçok yerde haber olmuştum. Freelance olarak çalıştığım dergi ve üniversite benimle ilgili yazı yollamıştı, hepsini sunduk. On bin Euro teminatla tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldım. Hemen serbest bırakılmadım, mahkemeden yazının emniyete gitmesi iki gün sürdü. Bu sürede hapishaneye yollandım, iki gün hapishanede kaldım. Çok fazla Türk vardı ve tek kadın bendim. Herkesin hücresi açıktı, sadece benimki kilitliydi. Oradaki Türklerin tamamı da insan kaçakçısıydı. Avukatım hafta sonunu orada geçirmemem için çok mücadele etti çünkü hafta sonuna kalırsa tutukluluk sürecim uzayacaktı. Cuma yazı mahkemeden emniyete gitti ve cuma deport edildim. Beş gün gözaltında kaldım. Dava iki buçuk yıl sürdü, yirmi beş yılla yargılandım ve insan kaçakçılığından beraat ettim, ülkeye illegal girişten yargılanmaya devam ettim. Halen ülkeye giriş yasağım var fakat fotoğrafları bir ay sonra sanatçı haklarından dolayı geri aldım.”
Foto muhabiri Güliz Karaoğlan Vural, konuşmasının ardından öğrencilerin yolculuğa ve gazeteciliğe dair sorularını cevapladı.