
“Etik ve insan haklarını gözeten bir gazetecilik yapılabilseydi barış gazeteciliğine ihtiyaç kalmayacaktı”
Röportaj: Yağmur Aydın
Günümüzde medya, çatışma haberlerinde çoğunlukla sansasyonel ve kutuplaştırıcı bir dil kullanıyor. Oysa habercilik, sadece olayları aktarmaktan ibaret değil; toplumsal etkileri gözeten, insanı önceleyen bir yaklaşımı da içermeli. Bu noktada karşımıza çıkan “barış gazeteciliği”, çatışmaların tarafı olmadan, çözüm odaklı bir habercilik anlayışı sunuyor. Biz de bu alternatif gazetecilik anlayışını daha yakından tanımak için, Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Ceren Saran ile barış gazeteciliği üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.
Son yıllarda barış gazeteciliği diye yeni bir gazetecilik anlayışından söz edilmeye başladı. Siz de bu anlayışı destekliyor musunuz, barış gazeteciliğini nasıl tanımlıyorsunuz? Ve sizce geleneksel gazetecilikten ne farkı var bu gazetecilik anlayışın?
Barış gazeteciliği yaklaşımını geliştiren iki kişi var, Jake Lynch ve Annabel McGoldrick. Barış gazeteciliğini; çatışma, savaş, şiddet ve toplumsal çatışma gibi konularda haber üretim sürecinde toplumsal sonuçlara dikkat çekmek, konunun toplumsal ve insani sonuçlarını göstermek, çatışmanın ve şiddetin beslenmeyeceği bir gazetecilik anlayışı gibi tanımlayabiliriz. Dolayısıyla aslında Lynch ve McGoldrick'in geliştirdiği bu yaklaşım; gazetecilere yönelik mesleki süreçleri içinde nasıl daha etik ve daha insani bir rol geliştirebilecekleri, üstlendikleri rolün toplumsal önemini ve sonuçlarını anlayabilecekleri, çatışmanın ve savaşın yarattığı sonuçları topluma gösterebilecekleri bir gazetecilik pratiği geliştirmeyi öğütlüyor.
Lynch ve McGoldrick'in geliştirdiği yaklaşımda; mevcut (genel-geçer) gazetecilik anlayışı gazeteci için nasıl bir rol öngörüyor ve barış gazeteciliği nasıl bir rol öngörüyor diye karşılaştırıcı bir tablo var. Buradan hareketle gazeteci için; savaşın, çatışmanın toplumsal, bireysel, insani sonuçlarını görünür kılan, hayatını kaybeden kişilerin sayı olarak algılanmasının önüne geçen, onların her birinin hayat hikayelerini, toplumsal hayatın içinde nerede durduklarını, kim olduklarını hatırlatan, savaşı, çatışmayı basite indirgemeyen, oradaki karmaşıklıkları, meselenin arka planını, süreci gösteren ve bu sayede çözümü mümkün kılan bir rol öngörüyor aslında. Ayrıca ana akım gazetecilik anlayışının tarafsızlık iddiasının aksine, hakkaniyetli ve gerçeğin yanında durması gerektiğini söylüyor. Savaşın, iki güç arasındaki çatışma sonucu insanların ölmesi gibi basit bir denklem olmadığını, arkasında yatan bütün o karmaşıklığı, arka planı gösteren, süreci bunun üzerinden okuyan, sürecin bütün taraflarını ortaya koyan bir yaklaşım benimsemek gerekiyor. Bunu en kolay İsrail-Filistin savaşı üzerinden örnekleyebiliriz. Salt çatışan iki güç olmadığını, konunun yarım yüzyılı aşkın tarihsel arka planını, bu savaşa ortak olan ve buradan çıkar sağlayan tarafları işaret etmek, “şuraya bomba atıldı, şu kadar insan hayatını kaybetti” gibi sadece sonuçlara odaklanacak ve basite indirgenemeyecek biçimde haber yapmak, işin bütün taraflarını göstermek gerekir.
Medya çatışmaları genelde sansasyonel bir dille vermeyi ve çatışmaları körüklemeyi seviyor. Böyle bir gazetecilik anlayışının barış gazeteciliğine evrilmesi mümkün mü?
Günümüzde haber takibi yoğunlukla dijital mecralar üzerinden gerçekleşiyor. Okurun dikkatini çekmek ve habere tıklamasını sağlamak için medya, sansasyonellikten vazgeçmiyor. Medya endüstrisini ekonomik bağlamı içinde düşündüğümüzde, sansasyonellik tıklama ve etkileşim getirdiği için medya organizasyonlarının bunu neden tercih ettiğini anlıyoruz. Bunu daha ziyade ana akım medya tercih ediyor. Barış gazeteciliği, her ne kadar idealize edilmiş gazeteci rollerini savunsa da bu yaklaşımın, tamamen kapitalist ekonomik koşullar içinde gerçekleşen bir haber üretim sürecinde ve Türkiye gibi otoriter bir medya bağlamında çok da mümkün olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü haber üretim süreci, haberin, editoryal yapıların, editoryal mekanizmaların ve aşamaların içinden süzülerek haber olması sürecidir. Dolayısıyla burada yapılar, editoryal yaklaşımlar, editoryal bağımsızlık olup olmadığı, medya kuruluşunun sahiplik yapısı, hangi medya grubunun içinde yer aldığı, medya sahibinin siyasal iktidar ve toplumun diğer güç odaklarıyla ilişkisi, ülkedeki iletişim ve ifade özgürlüğü ortamının nasıl olduğu çok belirleyici. Daha geçtiğimiz hafta gazeteciler gözaltına alındı, önceki haftalarda tutuklananlar, ev hapsine mahkûm edilenler oldu. Dolayısıyla bu koşullar altında zaten gazetecilik faaliyetleri, toplumsal ve ekonomi politik açıdan değerlendirildiğinde, siyasal iktidarla ve toplumsal güç odaklarıyla kurulan ilişkilerden bağımsız olamaz. Dolayısıyla bütün bunların içinde barış gazeteciliği, ana akım medya bünyesindeki medya organizasyonlarında çok da mümkün görünmüyor. Editoryal süreçler gözetildiğinde, haber, gazetecinin kişisel bakış açısıyla zaten şekillenmiyor. Bunun önüne geçmek için editoryal ilkeler, profesyonel gazetecilik kuralları, haber yazım kuralları ve haber değeri faktörleri var. Bu editoryal süreçler, objektifliğin sağlanması ve kişiselleşmenin önüne geçilmesini sağlıyor. Bu düzende barış gazeteciliğine evrilmek, kurumsal olarak belki mümkün görünmüyor. Ancak bu ilkelere uygun bir yaklaşımın benimsenmesi, gazetecilerde bununla ilgili farkındalık oluşturulması, meslek örgütleri tarafından eğitimler verilmesi ve barış gazeteciliğinde ısrar edilmesi, gazetecilerin meslektaşlarını bu kurallara uymaya ikna etmesi, barış gazeteciliğini yaygınlaştırabilir.
Özellikle uluslararası krizlerde ve çatışmalarda medyanın taraf olması, “bizim” tarafı desteklemesi bekleniyor. Oysa barış gazeteciliği bu anlayış yerine tüm tarafların dengeli biçimde aktarılması gerektiğini vurguluyor. Sizce bu mümkün mü?
Barış gazeteciliği “biz” dilini kullanmayı reddediyor. Bir bakıma, etik bir gazetecilik yapılabilseydi, barış gazeteciliği yaklaşımına gerek kalmazdı. Etik ve insan haklarını gözeten bir gazetecilik yapılabilseydi, benimsenmesi gereken değerlerin daha net bir şekilde tarif edilmesi ihtiyacından doğan bir yaklaşım olan barış gazeteciliği yaklaşımına ihtiyaç kalmayacaktı. O yüzden barış gazeteciliğini McGoldrick ve Lynch aslında sadece çatışma ve savaş haberlerinde değil, her alandaki haberlerde benimsenmesi gereken bir gazetecilik yaklaşımı olarak savunuyor. Ben de haber derslerinde öğrencilere her konuda yazdıkları haberleri, barış gazeteciliğinin savunduğu ilkelere uygun olarak yapmaları gerektiğini söylüyorum, derslerde ve sınavlarda bütün haberleri ona göre yazdırıyorum. Dolayısıyla haberde “biz” dili olmaması lazım. “Biz-onlar” ayrımı, zaten bir tarafı merkez, diğer tarafı ise öteki olarak konumlandırmaya yol açar. “Biz” dersen kendini o tarafa ait ve o taraf adına söz söylüyor gibi konumlandırırsın, diğer tarafa da “onlar” diyerek karşına alırsın. Dolayısıyla tarafgir bir dil olur ve objektifliğe doğrudan zarar verir. Özetle gazeteci bunu yapmamalı, yapamaz. En başta, haber dilinde buna dikkat etmemiz ve barış gazeteciliğinin savunduğu anlayışa uygun olarak haberin tüm taraflarının anlatımlarına eşit derecede yer vermemiz, bu yaklaşımda ısrarcı olmamız gerekiyor.
TGC Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nde barış gazeteciliğine ayrı bir başlık ayrılmış durumda. “Gazeteci haber ve yorumlarında çatışmacılığı değil, barış gazeteciliğini esas almalıdır. Taraflara eşit mesafede durarak, sansasyonel habercilikten kaçınmalıdır. Çatışmaların görünür ve anlık etkileri yerine uzun vadeli ve travmatik etkilerine odaklanmalıdır. Barış girişimlerini görmezden gelmemeli, desteklemelidir” deniliyor. Peki bu gazetecilik anlayışının medya ve gazeteciler tarafından sahiplenildiğini düşünüyor musunuz? Düşünmüyorsanız neden?
Bu metin, gazetecilere bu ilkelere uymalarını öğütlüyor ama herhangi bir yaptırım gücü olmadığı için uymayanlar cezalandırılmıyor. Barış gazeteciliğinin öngördüğü yaklaşımı alternatif medyada görebiliyoruz. Alternatif medya kuruluşları zaten varoluşsal olarak ana akım medyadan ayrıdır. Örgütsel ve idari yapılanması, ekonomik işleyişi, editoryal süreçleri, habercilik anlayışı ve yayın çizgisi bakımından alternatif medya, ana akım medyadan bambaşka bir tablo çizer. Ancak alternatif medya için, kapitalist bir ekonomide ve otoriter koşullar altında, sürdürülebilir bir gelir modeli benimseyemediği ve ekonomik dertlerle uğraştığı için uzun soluklu sağlıklı bir yayıncılık hayatı sürdürmek çok zordur. Dolayısıyla barış gazeteciliği anlayışını sürdüren ve bu gazetecilik pratiğini hâkim kılmaya, yaymaya çalışan alternatif medya kuruluşları, varlıklarını sürdürebilmek için epeyce bedel öder. En son geçtiğimiz ay içinde, Türkiye'nin bence en iyi haber kuruluşu olan Gazete Duvar kapandı, kapanmak zorunda kaldı. Ekonomik nedenlerden ötürü varlığını sürdüremedi. Bahsettiğimiz etik ilkeleri uygulayabilen, buna sahip çıkan ve haberi buna göre yazan, kurulduğu 2016'dan beri buna uygun gazetecilik yapan, barış gazeteciliğine uygun bir gazetecilik anlayışı geliştiren bir haber sitesi, artık yok. Ancak, daha farklı bir gazetecilik anlayışı olan, toplumdaki güç ilişkilerine angaje olan, daha geniş kitlelere hitap eden ve kitle gazeteciliği yapan ana akım medyanın böyle bir etik derdi olduğunu söyleyemeyiz.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024 tarihinde TBMM’de parti grup toplantısında Öcalan’a yönelik olarak yaptığı, “Şayet terörist başının tecridi kaldırılırsa gelsin TBMM'de DEM Parti grup toplantısında konuşsun. Terörün tamamen bittiğini ve örgütün lağvedildiğini haykırsın" şeklindeki çağrısıyla başlayan süreçte mesafe alınabilmesi için gazetecilik anlayışının da değişmesi gerekmiyor mu? Medya bu süreçte nasıl bir habercilik yapmalı?
Evet, nefret söylemini körükleyen, ötekileştirmeye yol açan, toplumsal kırılmayı ve kutuplaşmayı besleyen, etik değerlerden uzak bir habercilik pratiğiyle bu sürece girilmesi mümkün değil. Bugün artık nihai aşamaya gelindiği belirtilen Kürt sorununda çözüm sürecinin ilk adımları, 2013'te atılmıştı. Siz o dönemleri çok hatırlamazsınız ama 2013'te ana akım medyanın haber dilinin birden değiştiğini görmüştük. Bahçeli'nin söylemindeki değişiklik gibi, gazetecilerin dili de birden değişmişti. Birkaç gün önce ana akım medyadaki haberlerde “bebek katili, terörist başı, terör örgütü ele başı, cani” gibi ifadelerle anılan Öcalan için yazılan haber metinlerinde, kullanılan bu ifadelerin artık kullanılmadığına şahit olmuştuk. O dönem tezim kapsamında gazetecilerle görüşmeler halindeydim, pek çok kurumda çalışan arkadaşlarımdan da aldığım bilgiler, haber merkezlerine ve medya organizasyonlarının yönetimlerine gönderilen talimatlarla Öcalan'a ve PKK’ya karşı kullanılan ifadelere dikkat edilmesini ve benimsenen söylemin değişmesinin istendiği yönündeydi. O güne kadar haberde asla kullanılmaması gereken, değer yargısı taşıyan ve objektifliğe zarar veren ifadelerin kullanıldığı Abdullah Öcalan’dan haberlerde yalnızca “Öcalan” olarak bahsedildiğini ve bunun mümkün olduğunu gördük. Dolayısıyla burada, medyanın benimsediği haber dilinde merkeziyetçilik, ekonomi politik ilişkiler ve medya kuruluşlarının tabi olduğu toplumsal iktidar ilişkilerinin gerektirdiği şekilde, farklı bir dilin benimsenebildiğini gördük.
İletişim toplumsal bir süreçtir. Gazetecilik, toplumsal güç odakları, ekonomi politik açıdan iç içe geçmiş girift yapılardan oluşan bir medya atmosferinde yapılıyor. Medya; güç ilişkilerinden bağımsız olmadığı için, gazeteciler bireysel olarak bağımsız olmadıkları için, maalesef editoryal bağımsızlıktan ve özerklikten de bahsedemediğimiz için barış gazeteciliğini mümkün kılacak gazetecilik ortamına henüz sahip değiliz. On yıllardır süren çatışmalar ve Türkiye’nin en önemli sorununun da çözümü için barış gazeteciliğinin savunduğu gazetecilik anlayışını hâkim kılmak zorundayız. Toplumsal barış için diyalog zeminini sağlayacak, meselenin arka planını ortaya çıkaracak, toplumsal ve insani sonuçlarına odaklanacak, konuyu basite indirgemeyip karmaşıklığı gösterecek, konunun tüm taraflarına ve rollerine odaklanacak bir gazetecilik çabasına ihtiyacımız var. Gazetecilerin kamusal ve toplumsal açıdan son derece önemli rolleri bulunuyor ve bu gibi tarihi dönemeçlerde barış gazeteciliği yaklaşımı, bunun altını daha iyi çiziyor. Ne yazık ki hala çok sayıda tutuklu gazeteci var ve umarım bir an önce özgürlüklerine kavuşup mesleki faaliyetlerine devam edebilirler. Bu açıdan meslek örgütlerinin varlığı da çok önemli. Türkiye Gazeteciler Sendikası, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Çağdaş Gazeteciler Derneği, Gazeteciler Cemiyeti, birbirinden farklı nitelikleri olan çeşitli mesleki kuruluşlar. Gazetecilerin örgütlülüğü sonucu oluşan bu kurumlar bir aradalığı sağlarken mesleki etik kuralları ve barış gazeteciliği gibi bir yaklaşımı savunmak, onu anlaşılır kılmak, gerektiğinde yaygınlaştırmaya çalışacak merkezler, gerektiğinde eğitim verecek, gerektiğinde de farkındalık yaratacak, gazeteciler üzerinde bir baskı oluşturabilecek, o sorumluluğu hatırlatmak için bunu gösterecek merciler olarak büyük önem taşıyor.