Prof. Dr. İbrahim Özdemir ile felsefe üzerine
26.03.2021 22:44

Prof. Dr. İbrahim Özdemir ile felsefe üzerine


Haber Üsküdar - Aleyna Yıldırım

Prof. Dr. İbrahim Özdemir, Üsküdar Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümü Başkanı olarak görev yapıyor. Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde, yüksek lisans ve doktorasını da Orta Doğu Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümünde tamamladı. Prof. Dr. İbrahim Özdemir ile felsefe üzerine bir röportaj gerçekleştirdik.   

Felsefe bilim midir?

Felsefe bilim midir sorusuna öncelikle bilim nedir diye cevap vermek lazım. Çünkü felsefe daha önce her şeyin anasıydı. Yani bilim yokken, hiçbir şey yokken felsefe vardı. Felsefe insanın bir sorgulamasıydı. Kâinatın anlamı nedir? Tabiatın anlamı nedir? Değişen nedir? Değişmeyen nedir? diye insanların bunu bilmek istemesinden dolayı doğdu. Bu arada bilim doğdu, ahlâk doğdu, mantık doğdu. 17. yüzyıla kadar bütün bilimler felsefenin içinde gelişti. Newton’un ünlü kitabının adı Doğa Felsefesi'ydi. 17. yüzyıldan itibaren başta fizik olmak üzere daha sonra kimya ve ardından diğer bilimler kendi bağımsızlıklarını kazandılar.

Şunu diyebiliriz: Felsefe, fizik anlamında bir bilim değil, biyoloji anlamında, kimya anlamında bir bilim değil. Ancak bir sosyal bilimdir. Bilimin konuları hep somut konulardır. Elle tutulabilen, gözle görülebilen, deney konusu olabilen konulardır. Felsefe ise hiçbir zaman bununla yetinmedi ve yetinmez. Yetinirse felsefe biter. Felsefe hep soyuttur. Görünenin arkasında ne var? Görünenin anlamı ne? Değişenin ardındaki değişmeyen ilke nedir? Bu ve benzeri soruları belli bir akıl yürütme sistemi içinde cevapladığı için fizik anlamında bir bilim değil ama sosyal bilimler kategorisinde görebiliriz.

Felsefe günümüzde bilime katkı sağlıyor mu?

Sinoplu ünlü filozof Diyojen’i duymuşsundur. Sinop'ta, Büyük İskender döneminde yaşamış bir filozoftur. Büyük İskender’e verdiği cevaba baktığımızda felsefe ne işe yarar görebiliriz. Birincisi, herkes Büyük İskender’den çekinirken, onunla görüşmek isterken Diyojen’in hiç böyle bir derdi yoktu. Üstelik Büyük İskender onun yanına gelip “Bir isteğin var mı?” dediğinde “Gölge etme başka ihsan istemem” diyor. Hiçbir şey beklemiyor. Başka bir gün de elinde lamba öğle vakti çarşıda geziyor. “Ne yapıyorsun?” diyorlar, “Adam arıyorum” diyor. Yani burada aradığı şey etik değerleri olan adamdır. Yani bizi hayvanlardan ayıran bazı temel özelliklerimiz vardır. Nedir bizi hayvanlardan ayıran özelliklerimiz? En önemlisi akıl, yani düşünme özelliğimiz. Buna şefkat duygusunu, merhamet duygusunu, etik duygusunu da ekleyebiliriz. Ahlâk nedir diye sorgulamamızı da... Filozoflar önce doğanın, tabiatın, kâinatın ne olduğunu sorduktan sonra, insanın anlamını sorguladılar. Güzelin kaynağı nedir? Güzelliğin kaynağı nedir? İyiliğin kaynağı nedir? Adaletin kaynağı nedir? Felsefe, insan- doğa diyaloğuyla başladı diyebiliriz. Bütün bunlara baktığımızda, hayatın ve hayatımızın anlamını sormaya başladığımız zaman felsefe yapmaya başlıyoruz demektir. Eğer bugün toplumda bir ahlâki çürümeden bahsediyorsak o zaman burada felsefi bir sorun var demektir. Yozlaşmadan bahsediyorsak, sanatın olmadığından bahsediyorsak yine bir felsefi sorun var demektir. Başta dediğim gibi felsefe hep soyut konularla ilgilendiği için hayatın anlamı, sanatın anlamı hatta dini konular, her konu felsefenin konusudur. Felsefe bu konularda hep soru sorar. Felsefe hakkında sık sık karşılaştığımız yanıltıcı bir konu var: filozofların bir konuda ayrı ayrı görüşte olmaları. Felsefenin belli bir konuda tek cevabı yoktur. Felsefenin güzelliği aslında tam da buradadır. Felsefe için cevaplardan çok soruları önemlidir. Heidegger’in dediği gibi, “Biz sorunlar üzerinde düşünmeye başladığımız andan itibaren aklımız da gelişmeye başlar.” Aklımızı kullanırsak sorunları anlama ve çözme kabiliyetimiz de bununla birlikte artar. Bu nedenle biz ne kadar sorunlarımızı felsefi açıdan anlamaya çalışırsak aynı zamanda insanlığımız da gelişir. Eğer bizi hayvanlardan ayıran en büyük özelliklerden bir tanesi akıllı olmamız ise akıl burada olaylar arasında bağlantı kurmaktır. Yani hayvanlar bu dünyaya geldiklerinde her şeyi biliyormuş gibi gelirler. Ördek yüzme kursuna, kuşlar ise uçma kursuna gitmezler. Hayvanlar için eğitim söz konusu değil. Sirk ve hayvanat bahçelerine hapsettiğimiz ve zulüm ettiğimiz hayvanlar hariç. Hayvanlardan farklı olarak biz öğrenerek mükemmelleşmek üzere bu dünyaya geliyoruz. Hem felsefe hem de bilim adamları olarak sürekli öğrenmeye çalışan, öğrenerek de gelişmeye çalışan varlıklarız.

Ahlâk felsefesi olarak düşündüğümüzde çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddete karşı nasıl bir eleştiri yapılabilir? Felsefe üzerinden nasıl çözümler sunulabilir? Bu sorunların çözülmesinde felsefenin ne gibi katkıları olabilir?

Daha önce de dediğim gibi insanı diğer canlılardan ayıran özelliklerden bir tanesi akıldır. Bunu bilerek söyledim. Çünkü bu tek özelliğimiz değildir. Bizim bir özelliğimiz de sorumluluk duygusu yani ahlâk duygusudur. Büyük filozof Kant’ın sözleri ile, “İki şey var ki üzerlerine ne kadar sık, ne kadar derli toplu düşünürsek zihin o kadar yeni ve artan bir hayret ve hayranlıkla doluyor: Biri üzerimdeki yıldızlı gökyüzü, diğeri içimdeki ahlak yasası.” Kâinattaki düzen ile içimizdeki ahlâk duygusu Kant için o kadar önemlidir ki, bunu mezar taşına yazdırmış. Her şeyin düzenli ve amaçlı olduğu bir kâinatta insan amaçsız ve başıboş olamaz. Bir örnekle açarsam: İki küçük kardeşe birine küçük birine büyük bir şey verdiğin zaman öteki “Ama bu adaletsizlik, haksızlık” der. Çocuktaki bu haksızlık, adalet duygusu nereden geliyor? Hayvanlarda böyle bir duygu yoktur. Bir şeyi gördüğün zaman, “Ne kadar güzel” diyorsun. Ama hiçbir hayvanın güzellik duygusu da yok. Sadece bizde vardır. Bundan dolayı “Bu ahlâki sorumluluk duygusu nedir, nereden geliyor?” diye sorguladığımız zaman ahlâk felsefesi yapmaya başlıyoruz. Her dinin kendine göre ahlâk anlayışı var. Fakat filozoflar dinlerden bağımsız ahlâk anlayışları geliştiriyorlar. Ama bugün hepsine birden baktığımız zaman birçok ortak ilke görüyoruz. Meselâ öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, hayata saygı göstereceksin, yaşlılara saygı göstereceksin, annene ve babana saygı göstereceksin, dürüst olacaksın, yalan söylemeyeceksin gibi.

Evlilik kurumunu ayakta tutan sözlü veya sözsüz etik kurallar var. Bugün dünyada yaşadığımız ahlâki bir buhran var. Bunun için sadece kanunların yetmeyeceğini düşünüyorum. Kant’ın dediği gibi içimizdeki ahlâk yasasını harekete geçirmek durumundayız. Kanunlar, kurallar daha çok etik kurallara tabi olmayan insanlar içindir. Yani trafik işaretleri kurallara uymayan insanlar içindir. Cezalar da onlar içindir. Bir de bu kurallara uymadığın takdirde söz konusu cezalar uygulanmıyorsa bu kuralların hiçbir anlamı olmaz. Asıl olan ilk defa ahlâk sorularını felsefe tarihinde soran Sokrates’in de dediği gibi ahlâklı ve erdemli bir hayat yaşamaktır. Sokrates’e göre felsefenin amacı ahlâklı ve erdemli bir hayattı. Ona göre “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmezdi”. Yani ahlâk nedir? İyi nedir? Kötü nedir? Ben bunu neden yapıyorum? Benim bunu yapmaya hakkım var mı? Ahlâk ve erdem temelli bir anlayış hâkim olmadığı zaman orman kanunları hâkim olur. Kim güçlüyse o haklı olur. Adam kendini güçlü hissediyorsa çocuğuna da şiddet uygular, hanımına da uygular, hayvana da uygular. Burada önemli olan ahlâki anlamda; felsefi ve dini anlamda sorumluluk duygusu taşıyan insanların oluşmasına katkı yapmaktır. Buradaki ahlâk kurallarından kastım “birlikte yaşamamızı sağlayan” kurallardır. Bunlara uymadığımız takdirde bizim aklımız olduğu için hayvanlardan daha tehlikeli bir hale geliriz ki, bazı insanların durumu maalesef bu. Yani kendi çocuğuna, kendi ailesine, kendi hanımına zarar verebiliyor. Her gün tanık olduğumuz şiddetin her türlüsü, her şeyden önce ahlâksızlığın dışa vurmuş halidir. Felsefe “Kendini bil!” ile başlar. Kendini ve haddini, yani sınırını, nerede duracağını, sorumluluğunu bilmeyen insanlar beni çok endişelendiriyor.

Türkiye’de felsefe nasıl ve ne kadar doğru algılanıyor?

Bu soruyu soran özellikle lise yıllarında felsefe dersini iyi bir felsefe öğretmeninden almışsa, o öğrenci felsefeyi seviyor. Ama felsefe öğretmeni olmadığı için başka hocalardan eğitim almak zorunda kaldıysa, öğretmenler de bilmediği şeyleri öğrencilere anlatmışsa, öğrenciler felsefeden nefret ediyor. İnsan bilmediği şeye düşmandır. Bizim toplumumuzda ve başka toplumlarda az gelişmişlikle felsefenin bir alakası var. Birçok ülke felsefe eğitimi bile vermiyor. Eleştirel düşünme, farklı düşünme, sorgulama bazı ülkelerin ve liderlerin hoşuna gitmiyor. Onun için eğitim müfredatına felsefe dersini koymuyor. Zira felsefe sorgulamadır. Başta kendini, evreni ve her şeyi sorgulama ve anlama etkinliğidir. Bizim ülkemizde sizin dediğiniz anlamda felsefeyle ilgili bir yanlış algı var. O da şudur; Tanzimat'tan bu yana ülkemiz Batılılaşma sürecine girmiş. Çökmekte olan bir imparatorluğu kurtarmak için Batıyı taklit etmek, Doğu değerlerinden, buna İslami değerlerden de diyebiliriz, Osmanlı toplumunun üzerine inşa edildiği değerlerinden kopmak çözüm olarak görülmüş. Bu arada medrese mektep ikilemi ortaya çıkıyor. Bu süreçte Osmanlı’nın en iyi zihinleri, en iyi öğrencileri eğitim için Paris’e, Avrupa’nın başka kentlerine gönderiliyor. Bunların bir kısmı oradan sadece belli pozitivist ve aydınlanmacı felsefi fikirlerle geri dönüyorlar. Genelde din karşıtı bir anlayış var. Osmanlı dini kuralların hâkim olduğu bir devletti. Osmanlı padişahı Müslümanların halifesiydi. Yani burada çok karmaşık bir kültürel arka plan var. İkinci Meşrutiyet'te öncelikle tercüme edilen kitaplara bakıyoruz ki hep materyalist felsefe geleneğine mensup. Pozitivist felsefe kitapları tercih ediliyor. Hatta pozitivizmin kurucularından Fransız filozof Auguste Comte bu durumdan o kadar etkileniyor ki, pozitivizmin din olarak kabul edilmesini bile bize teklif ediyor. Bunun karşısında toplumumuzda felsefeyi anlayan ve bunlara cevap veren çok ciddi düşünürler var. Ama bunun yanında bir de popüler bazı yazarların ve aydınların felsefeye karşı çok olumsuz bir bakış açısı da var. Bunlar da felsefenin tümüne karşı çıkıyor. Elmalılı Hamdi Yazır, Filibeli Ahmet Hilmi, Bediüzzaman Said Nursi gibi, materyalist ve dinsiz felsefeyi felsefi bir yaklaşımla eleştiren, ancak bir bütün olarak felsefeyi eleştirmeyen düşünürler de var. Bundan dolayı maalesef muhafazakâr kesimde felsefeye karşı olumsuz bir bakış açısı oluşmuş. Ama sanıyorum son 20 yılda birçok dini değerleri olan ve inançlı arkadaşlarımız felsefe konusunda çok iyi bir eğitim aldılar. Bir kısmı yurt dışına gitti ve geri geldiler. Çok iyi kitaplar yazdılar, çok iyi tercümeler yaptılar. Bu anlayış değişmeye başladı. Buna diğer değerli felsefecileri eklemek lazım. Bir bütün olarak felsefeyle ilgili ideolojik olmayan çok iyi çalışmalar yapıldı. Bence Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyet'in ilk döneminde göremediğimiz ölçüde şu anda felsefeciler arasında bir diyalog var. Birbirini anlamak isteyen; bunun için okuyan ve farklı görüşleri dinleyen bir anlayış gelişti. Ülkemizin daha özgür, daha demokratik ve daha çoğulcu olabilmesi felsefecilerin eleştirel katkısına bağlıdır.

Türkiye’de verilen felsefe eğitimi hakkında bilgi verebilir misiniz? Verilen eğitim yeterli midir? Yetiştirilen akademisyen sayısı yeterli midir?

Bu çok güzel bir soru. Yine dediğim gibi birçok ülkeye bakarsak bizim durumumuz iyi. Fakat biz kendimizi her konuda gelişmiş Batı ülkeleriyle kıyaslıyoruz. Futbolda bile takımlarımız Afrika liginde oynamıyor, Asya liginde oynamıyor. Avrupa liginde oynuyorlar. Yani bizim birçok şeyimiz de öyle. Meselâ biz eğitim sistemimizi karşılaştırırken Afrika eğitim sitemiyle, Asya ülkeleriyle falan karşılaştırmıyoruz. Demokrasiyle idare edilen ülkelerle, Avrupa ülkeleriyle veya OECD’ye üye ülkelerle karşılaştırıyoruz. Biz felsefe eğitimimizi eğer Amerika’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki, Fransa’daki herhangi bir Avrupa ülkesiyle karşılaştırdığımızda daha alacağımız mesafeler var. Ama son yıllarda YÖK iyi bir karar aldı. Felsefe bölümlerini kazananlara burs veriyor. Böylece başarılı öğrencilerimiz felsefe bölümünü tercih ettiler. Eğer bunlarla ilgili istihdam da oluşturulursa, liselerimizde felsefe derslerine felsefe mezunları girerse, bu arkadaşlarımıza da istihdam sağlanırsa bence daha sağlıklı bir felsefe anlayışı oluşur. Sadece çok uluslu şirketlerin ürettiği malların tüketicisi olmayan; aldığı şeyin üzerine düşünebilen, ihtiyacını ve tüketimini kendisi belirleyen, kişiliğini keşfetmiş, kendi kararını verebilen, hangi partiye oy verebileceği üzerine fikirleri olan gençler yetiştirirsek ülkemizin birliği, bütünlüğü ve geleceği için önemlidir diye düşünüyorum. Yoksa sadece tüketen toplumun bir parçası olursak, daha doğrusu tüketimin modern köleleri olursak, o zaman ben geleceğimizden endişe ederim.

Sizce felsefe kaynaklarına ulaşmada yapılan çeviriler yeterli midir?

Eskiye göre şu anda çok daha iyi tercümeler var. Yani arada sırada bazı kötüler de çıkıyor. İşin tabiatında var. Pazara gidiyorsunuz, süt alıyorsunuz. Köyden gelmiş diye düşünüyorsunuz ama ona bile hile katıyorlar. Pazarcı aldığınız bir meyvenin içine arkadan çürümüş, bozulmuş meyveleri, sebzeleri de koyabiliyor. Bileşik kaplar teorisi gibi. Yapılan felsefi çevirilerde gerekli dikkati, özeni göstermeyenler olduğu gibi gerçekten dört dörtlük tercüme yapan mütercimlerimiz ve felsefecilerimiz var. Eskisine göre daha çok şanslıyız. Sadece felsefe ve edebiyat tercümelerinde değil, dini literatür tercümelerinde de aynısını görüyoruz. Orada da çok kaliteli tercümeler yapılıyor. Meselâ daha önce Batı klasiklerini İngilizce, Fransızca, Almanca tercümelerinden yapılmış tercümelerinden okuyorduk. Yani Dostoyevski, Tolstoy gibi romanlar bile böyleyken diğer birçok filozof için de böyleydi. Ama şu anda meselâ Yunan felsefe klasiklerini Yunancadan yapılan tercümelerden okuyoruz, Almanca kaynakları Almancadan yapılan tercümelerden okuyoruz. Her dilin uzmanı olan meslektaşlarımız ve çok değerli mütercimlerimiz var.

Felsefeyle alakalı haberlerde bilgilerin doğru verildiğini düşünüyor musunuz? Sansasyonel ve tartışmalı haberler çok oluyor mu?

Sen iletişimcisin, iletişim öğrencisisin. Bu konuda seninle ayrıca bir konuşma yapalım. Eleştirel düşünce dersimin bir bölümünde medyadaki yalan haberlerle uydurma haberleri nasıl anlarız? sorusuna cevap ayırıyorum. Medyayı kontrol eden mekanizmalara baktığımızda sadece Türkiye'de değil, dünyada da medya belli ailelerin ve belli şirketlerin elinde. Bunların aynı zamanda şirket oldukları için ekonomik ilişkileri var. Hükümetle veya gücü elinde bulunduran insanlarla ilişkileri var. Bundan dolayı haberlerde çok çarpıtma olabiliyor. Öğrencilerime bir haber doğru mu değil mi? Bunu nasıl anlayabiliriz? Bununla ilgili bazı teknikler öğretiyorum. Yalnız ben öğretmiyorum. Bunu Amerikalılar 1985'ten bu yana öğretiyorlar. Amerikan üniversitelerinde eleştirel düşünce dersi var. Medyadaki uydurma haberleri, yalan haberleri nasıl keşfederiz, nasıl anlarız diye bu konuda ciddi eğitim almamız gerekiyor. Bu konuda da okur yazar olmamız gerekiyor. Aksi takdirde sosyal medyada çok yalan haber ve yönlendirici haberler yapılıyor. Yine bunları da anlamamız gerekiyor.

Felsefeyle ilgili de bazen ipe sapa gelmez haberlere yer verilebiliyor. Bizim felsefede farklı düşüncelerin olması normal ve zenginlik sayılır. Okuyucu sizin düşüncenize ikna olursa sizi takip eder ve kitabınızı okur. Şiddet içermediği sürece hiçbir sorun yok bunda. Ama popüler medyanın derdi ise daha çok dikkat çekmek. Ondan sonra zaten şu anda biliyorsunuz, yok işte şu linki tıklayın. Bakıyorsanız ki başlıkla haberin içeriği arasında hiçbir alâka yok. Bütün mesele sizin orada linki tıklamanız ve ondan bir ürünün reklamı ile karşı karşıya gelmeniz ve karşıdaki insanın bundan gelir elde etmesi. İşte bütün bunlar karşısında bence siz iletişim öğrencilerine özellikle medya çalışmalarına çok önemli iş düşüyor. Burada felsefeyle iş birliği yapmamız lazım. Doğruyu yanlıştan nasıl ayıracağız? İşte felsefenin esas konusu da bu. Doğruyu doğru olarak bilmek, doğruyu doğru olarak anlamak, bilmek, tespit etmek ve ona göre kabul etmek. Yanlışı da yanlış olarak bilip, ondan kendimizi ve toplumu sakındırmak; topluma karşı görevimizi yapmak. Şu anda bu pandemi bize en çok bunu öğretti. Sağlığımızı ve başkalarının sağlığı korumak için maske takmaya, hijyen kurallarına ve fiziki mesafeye dikkat ettiğimiz gibi, her konuda kendimize, topluma ve tüm canlılara karşı olan ahlâki sorumluluğumuzu düşünmek ve ona göre hareket etmek durumundayız.

Çok teşekkür ederim hocam.

Şöyle bitirelim; Sokrates'in dediği gibi sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez. Kendimizi, hayatımızı, önceliklerimizi sorgulamamız gerekiyor. Şu pandemi döneminde bazen kendimize sormaya bile korktuğumuz önemli konulardan bir tanesi ölüm gerçeğidir. Bizim filozoflar baştan beri kendilerine sorageldiler: Ölümün anlamı nedir? Ölüm ötesi hayat var mıdır? Ruhun anlamı nedir? Ruh nedir? Beden nedir? Ruh beden ilişkisi nedir? Estetik nedir? Güzellik nedir? Güzelliğin kaynağı nedir? Bu sorulara verilen cevaplar filozoflar kadar çok olsa da kendi cevabımızı vermede bize yardımcı olabilir diye düşünüyorum. Bütün bu soruları kendimize soralım, ondan sonra hayatımızın daha güzel, daha doğrusu anlamlı olacağını/olabileceğini düşünüyorum. Benim arkamdaki arka planda resme bakarsanız güzel bir Boğaz resmi var ve tepemde de bir martı var. Çok güzel bir kuş var orada. O sebepsiz değil Aleyna. Bu kuş hiçbir zaman felsefi sorular sormuyor. Soruları ben soruyorum, siz sormalısınız. Kuşlar soru sormaz, insan soru sorar. Yaptığımız her şeyin bir karşılığı olduğu gibi, yaptığımız her şeyden sorumlu olduğumuzu unutmayalım. Bazı anarşist ruhlu filozoflar olsa da filozofların büyük ekseriyeti gerçekten erdemli, faziletli bir hayat yaşamayı, hiç kanunlar olmadan, yasalar olmadan da kendi kurallarına, kendi ahlâki değerlerine göre yaşamayı başarmış insanlardır. Aydınlanmanın babası kabul edilen Kant’ın sadece bir ilkesi, uyduğumuz veya uyabildiğimiz takdirde birçoğumuz için gerçekten yani çok aydınlatıcı olabiliyor. “Kendin için istediğini başkası için de iste, kendin için istemediğini başkası için de isteme.” Bunu yaptığımız zaman birçok şey kendiliğinden hallolacak ama bu o kadar kolay değil. Çünkü insan aynı zamanda bencil bir varlık. Kendi menfaati için kardeşini öldürüyor, karısını öldürüyor, çocuğunu öldürüyor veya çocuklara tacizde bulunuyor. Bunlar hep insanın karanlık tarafıdır. Felsefenin de dinlerin de, teolojilerin de cevap aradığı, düzeltmeye çalıştığı insanın bu karanlık boyutudur. Budizm’den felsefeye aydınlanmanın bir anlamı da bu karanlığı aydınlatmak; insanın kendini karanlıklardan kurtarmasını sağlamaktır. Kur’an da insanları “karanlıktan nura çıkarmaktan” bahseder. İnsan ilâhi vahiy temelinde kendine ve kâinata bakması; her şeydeki ilâhi boyutu keşfetmesi istenir. Daha önce ifade ettiğim gibi insanın asıl amacı öğrenerek kendisini sürekli geliştirmek ve mükemmelleşmektir. Bir anlamı da budur. Bu nedenle bu sorunlarla baş edebilmek için benim kanaatim şu; sağlıklı eleştiren felsefi düşünce ve zihin yapısıyla “Ben neyim, niçin buradayım? Sınırlarım nedir? diye sorgulamak; bilge insanların öğretileri ışığında cevaplar aramaktır.

Bundan 2500 yıl önce Atina'daki Delfi Tapınağı'nın kapısında şöyle yazıyordu: “Kendini bil!" Yani sen bir kuş veya başka bir canlı değilsin. İnsansın. Bir insan olarak kendini bil, aklının sınırlarını bil, duygularını bil ve sınırlarını keşfet. Melekelerini ve gizil yeteneklerini keşfet! Bunları geliştirmeye çalış. Aslında bir bütün olarak baktığımız zaman medeniyet dediğimiz şey bu sorulara verilen cevaplarla başlıyor. Bugün siyasi, ekonomik, kültürel ve varoluşsal birçok sorunumuzun temelinde böyle bir sorgulamanın olmamasının olduğunu düşünüyorum. Doğru soruları sorduğumuz ve sorguladığımız zaman bir şekilde doğru cevaplara ulaşacağız. Çok teşekkür ediyorum Aleyna.

Ben teşekkür ederim hocam.