Üsküdar İletişim'de gazetecilik ve travma ilişkisi ele alındı
26.12.2020 14:52

Üsküdar İletişim'de gazetecilik ve travma ilişkisi ele alındı


Haber Üsküdar – Merve Şişman ve Abdullah Şaşkın

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü tarafından düzenlenen Dijital Haber Atölyesi eğitimlerinin son etkinliğinde gazetecilik ve travma konusu ele alındı. Moderatörlüğünü Doç. Dr. Gül Esra Atalay’ın üstlendiği etkinliğe gazeteci Coşkun Aral, gazeteci Prof. Dr. Doğan Tılıç ve psikiyatr Doç. Dr. Burhanettin Kaya konuk oldu.

Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü'nün düzenlediği ve öğrencilerin tecrübeli gazetecilerle buluştuğu Dijital Haber Atölyesi’nde gazetecilik ve travma konusu irdelendi. Panelde uzun yıllar savaş ve çatışma ortamlarında gazetecilik yapan Coşkun Aral ve Doğan Tılıç deneyimlerini paylaşırken, psikiyatr Doç. Dr. Burhanettin Kaya da çatışma ortamlarında yaşanan travmaların etkileri üzerinde durdu.

Çevrimiçi panelin açılış konuşmasını yapan Gazetecilik Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Gül Esra Atalay, “Gazetecilik ve travma konusu bizim bölüm olarak çok önem verdiğimiz bir konu. Travmatik olayların çok sık yaşandığı bir coğrafyada yaşıyoruz. Toplum olarak doğal afetler, salgın hastalıklar, kadın cinayetleri gibi korkunç travmaları deneyimliyoruz, bundan toplum olarak etkileniyoruz. Bu etkinin büyük bir kısmı da medya yoluyla oluyor. Medyanın dilini ve kullandığı temsil biçimlerini bu açıdan sıkça eleştiriyoruz. Fakat bir de işin daha az konuşulan kısmı var. ‘Bu travmatik olaylarla karşılaşan gazeteciler ne yaşıyorlar?’, ‘Onların ruh sağlıkları ne durumda?’, ‘Bunlar ne gibi sonuçlara yol açabilir?’ İşte tüm bunları konuklarımızla konuşacağız. Bugün konuk olan iki gazeteci de kendi çalışma alanlarında pek çok travmaya şahitlik yaptılar ama izin verirseniz ben önce Burhanettin Kaya'ya söz vermek istiyorum. Doç. Dr. Burhanettin Kaya psikiyatri uzmanı ve Türkiye Psikiyatri Derneği kurucu üyelerinden. Aynı zamanda derneğin basın sözcüsüdür. Gazetecilerin travmalarını konuşmaya başlamadan önce travma kavramı hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor. Bu nedenle ilk sözü kendisine vermek isabetli olacaktır” dedi.

Doç. Dr. Burhanettin Kaya: "Türkiye travmalar ülkesi”

Doç. Burhanettin Kaya, Türkiye’nin travmalar ülkesi olduğuna dikkat çekerek, “Öncelikle böyle bir etkinliğe beni davet ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Türkiye travmalar ülkesi ama travmaların yaşandığı bir ülke olmaktan öte, açığa çıkmamış, aşikârlaşmamış, hesaplaşılmamış, hesabı sorulmamış, anlamlandırılmamış travmalar ülkesi. O yüzden bu travmaların ruhsal etkileri çok daha kalıcı, daha katmerli ve diğer kuşaklara da aktarılarak yaşanıyor. Çok yakın zamanda Maraş katliamının yıl dönümüydü. Aradan 42 yıl geçmesine rağmen o çözülememiş travmanın izlerini yaşıyoruz. Travma, sadece sağlık alanlarında çalışan ya da siyasetle uğraşanların değil, hemen hemen bütün vatandaşların maruz kaldığı bir durum aslında. Travma şöyle tanımlanıyor; 'Bireyin, fiziksel ve ruhsal bütünlüğünü tehdit eden ve etkileyen, sarsan, bütünlüğünü bozan her türlü olay ya da deneyimi' içeriyor. Bir dönemler ‘Travma’ diyebilmek için çaresizlik ya da dehşete düşürme gibi bir etki zorunluluğu varken bu kalkmıştır. İlla da bireyin dehşet duygusu içinde olması gerekmeyen, illa çaresiz bırakılması gerekmeyen deneyimler de travma tanımına girmektedir. Fakat travmanın oluş ve yaşanış biçimi, türleri, onun etkilerini de değiştirir. Biz travmayı üç başlıkta değerlendirebiliriz. İnsan eliyle bilerek oluşturulan travmalar, insan eliyle kaza sonucunda oluşan travmalar, bir de doğal felaketler var. Aslında sonuncu da, son tahlilde baktığımızda insan eliyle bir travmaya dönüşme özelliğini gösteriyor. Çünkü doğal felaket, her ne kadar insan kontrolü dışında düşünülse de baktığımızda doğal felaketlerin ortaya çıkmasında insan ediminin çok büyük bir payı var. Aslında bütün travmalar bir yanıyla insan eliyle oluşturulan travmalara dönüşüyor. Son yıllarda öne çıkan kavramlardan biri ihanet travması. İhanet travması, özellikle bireyin kendini güvende hissettiği ya da ona güven duygusu vermesi gereken birey ya da kurumlar tarafından uygulanıyor. Bu bağlamda, gördüğümüz travmaların çoğu ihanet travması bağlamında da değerlendirilebilir. Gazetecilerin yaşadığı travmayı da bu perspektiften görmekte fayda var. Tabii, travma yaşandığı zaman birçok ruhsal belirtilere ve tepkimelere yol açıyor. En öne çıkan ruhsal yakınmalar, ‘travma sonrası stres bozukluğu’ başlığı altında değerlendiriliyor. Hayatı etkileyen, işlevselliği bozan ama bunun dışında onunla birlikte ya da bağımsız başka ruh sağlığı bozuklukları da görebiliriz. Depresyon, anksiyete bozuklukları, davranış sorunları, travmanın yarattığı etkilerle başa çıkmak için bir iyileştirme çabası olarak madde kullanımına yönelme, insan ilişkilerinin bozulması, özel hayata yansıyan etkiler, bütün bunlar aslında travma nedeniyle ortaya çıkan şeylerdir. Travma iki şekilde yaşanıyor. Birincil travma dediğimiz doğrudan travmaya maruz kalma; bir de vekaleten travma yani ikincil travma dediğimiz dolaylı olarak travmaya maruz kalma var. Bu travma türleri, travmaya uğramış insanların yakınlarında, ailelerinde, eşlerinde, annelerinde, babalarında görülen ikincil travma. Bir diğer parçası ise travmaya uğramış olan insanlara yardım eden, onların yardımına koşan veya kurtarma sürecinde yer alan, travmatik bir alanda çalışmak durumunda olan insanların, yaralı insanlara temas eden ve cesetlerle karşılaşan insanlarda görülen bir travmadır” dedi.

Doç. Dr. Burhanettin Kaya: “Gazeteciler ikincil travma adaylarının başında geliyor”

Doç. Dr. Burhanettin Kaya, gazetecilere dikkat çekerek, “Gazeteciler de ikincil travmanın en önemli adaylarından birisi. Türkiye’de son yıllarda yaşanan siyasal, ekonomik süreçlerle birlikte gazeteciler büyük oranda travma mağduru olmaya başladılar. Savaş ortamlarında şiddetin doğrudan hedefi oluyorlar ama onun dışında da ifade özgürlüğünün engellenmesi, mesleklerini sağlıklı bir şekilde yapmalarının engellenmesi ile birincil travmaya, alanlarda, sokaklarda, cezaevlerinde maruz kalıyorlar. Bu alanda gazeteciler artık sadece ikincil travma değil, birincil travmanın da hedefindeki bireyler olarak mesleklerini sürdürmeye çalışıyorlar. Şimdi gazeteciler ile travma ilişkisine baktığımızda şöyle bir pencereden düşünmemiz lazım. Öncelikle travmanın mağduru olan gazeteciler, yani bu travmadan doğrudan ya da dolaylı olarak etkilenen gazeteciler. Sadece haber üretme sürecindeki gazeteciler değil, haber üretildikten sonra ya da haber alanında bu deneyim yaşandıktan sonra bir ürüne dönüşüp kitle ile paylaşılana kadar da o süreçteki bütün çalışanlar da travmadan etkilenebiliyorlar. Çünkü özellikle travmatik materyal ile doğrudan karşılaşma değil, dolaylı karşılaşma da buna sebep olabilir. Yapılan bazı çalışmalar, yüzde 6 ve yüzde 15 arasında hatta bazı çalışmalarda yüzde 30’a varan oranlarda travma sonrası stres bozukluğu belirtilerinin oluştuğu, hatta başka ruhsal belirtilerin de buna eşlik ettiğini gösteriyor. Buna maruz kalan insanların yüzde 80’inde bir takım ruhsal tepkiler ortaya çıkıyor. Bunların çözülmesi zaman alabiliyor. Bunlar zaman içinde ruhsal bozukluğa dönüşebilir. Sosyal medya da bugün travmanın daha kontrolsüz bir şekilde yayılmasına ne yazık ki aracılık ediyor” ifadelerini kullandı.

Gazeteci Coşkun Aral: “Çok yerde ağladığımı biliyorum”

Panelde ikinci konuşmayı yapan gazeteci Coşkun Aral kendi tecrübelerinden yola çıkarak, “Benim doğup büyüdüğüm ülke açıkçası normal yaşayan bir insan ülkesi değil. Travmalarla dolu olan ülkelerin arasındayız. Benim dünyaya geldiğim yıllardan başlayayım. Ben Siirt’te doğdum. Güneydoğu'da, benim çocukluk dönemimde eşkıya sendromu vardı. Siirt’ten Diyarbakır’a ya da Bitlis’e gittiğimizde bile yolda sürekli çevrilmemiz, aranmamız, bazen kimlik olmadığında bir süre gözetim altına alınmamız bir çocuk için bir başka travmaydı. 1970’lerde kutuplaştırılmış bir dünyada ben lise hayatıma başladım. Sağ-sol diye bölündüğümüz, bir taraf olmak zorunda kaldığımız bir dönemdi. Ortada kalma lüksünüz yoktu. Çünkü ailenizden veya doğup büyüdüğünüz kentten kaynaklanan bir yerlere sığınma gereksiniminiz vardı. Bu süreçte en yoğunlaşmış haliyle meslek hayatına başladım. Türkiye’de bizim için önemli travmalar, tabii ki toplumsal olaylarda şiddete bire bir maruz kalmaktı. Fotoğraf çekerken güvenlik güçlerinin şiddetine maruz kalmak, bir tarafın gazetesinde çalıştığınızda diğer taraftaki gazete tarafından düşman kabul edilip sorgulanmanız, dayak yemeniz, kaçırılmanız gibi olayları yaşadım ve buna benzer olayları ben defalarca yaşadım. Çok yakın iki arkadaşımın cesetlerini ben kendim morga götürmüştüm” ifadelerini kullandı.

Çoşkun Aral: “Hayalin ne kadar masum, gerçeğin ne kadar travmatik olduğunu yaşayınca anladım”

Çoşkun Aral, olaylara birinci elden tanık olma hevesinin gerçek dünya ile karşılaşıldığında başka bir boyut kazandığını belirterek meslek yaşamında karşılaştığı travmatik olaylardan örnekler paylaştı. Aral, gazetecilik hayatında önemli bir yeri olan uçak kaçırma haberi ile ilgili olarak, “Bu kaçırılan uçak meselesi açıkça söylemek gerekirse, 20’li yaşlarda bir gazetecinin hayallerinde olan bir olaydı. Biz o olayı yaşamadan önce rahmetli arkadaşım Savaş Ay ile ‘Uçak kaçırılma olayına tanık olsak ne yaparız?’ diye defalarca kez aramızda konuşmuştuk. 1980 yılında askeri darbeden 1 ay sonra İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere bindiğim uçak kaçırıldı. İlerleyen yıllarda hayalini kurduğum başka olayların içinde kaldım. Hayalin ne kadar masum, gerçeğin ne kadar travmatik olduğunu da yaşayınca anladım. 1980’li yıllarda savaşlarda bire bir insanın sivil ya da savaşan kesim de olsa insanlık ötesi travmalarına, yok oluşlarına ve hayatlarını kaybeden insanlara tanık olmak. Çünkü o amaçla oradaydık. Fotoğraflarını çekip dünyaya duyurmak. Beni olaylar çok etkiliyordu. Örneğin kurşuna dizilmesine karar verilen bir kişiyi sizinle aynı odaya koyuyorlar ve siz bu adamın bir gün sonra idam edileceğini biliyorsunuz. Bütün geceyi beraber geçiriyorsunuz ve bir gün sonra da hayatını kaybediyor. Bunun gibi onlarca olay olduğu için dünya travma ansiklopedisini dolduracak kadar travma yaşadım ve tanık oldum. Ama bütün bunlardan uzak yerlere geldiğimizde, birkaç gün içinde dünyanın doğusunda insanların hayatlarını kaybetme ve yaşama savaşına tanık olurken hiç bunların yaşanmadığı ortamlarda umursamazlıkla karşılaştım. Televizyonun savaş ve toplumsal çatışmaların olduğu ortamları veya insanın doğa içindeki mağduriyetini canlı yayınlarla aktardığı anları görüyoruz. Siz orada güzel bir akşam yemeği yiyorsunuz. Ekranda da birileri size başka insanların yok oluşlarını ve can çekişme anlarını anlatıyor. Ben bunları çok yaşadığım için duyarlılığım çok fazla” dedi.

Prof. Dr. Doğan Tılıç: “Üç dakika önce geçtiğim yola roket düştü”

Prof. Dr. Doğan Tılıç, savaş muhabirliği yaptığı sırada karşılaştığı travmatik insan manzaralarından bahsettiği konuşmasında özellikle çatışma ortamının gazeteciler üzerinde bıraktığı psikolojik etkiler üzerinde durdu. Tılıç, “Ben gazetecilik hayatımın ilk 10 yılında Yugoslavya iç savaşını izledim. Afganistan’ı izledim. Irak'ta Körfez Savaşı’nı izledim. Azerbaycan'la Ermenistan arasındaki çatışmaları izledim. Benim için en büyük travma, 12 Eylül darbesi sonrası ben bir insanın görebileceği en ağır işkenceleri gördüm. Bu da bir travmaydı. Bu beni iyi bir insan yaptı. Daha hümanist birisi yaptı. Şimdi bu travma meselesine gelince, travmanın ne olduğuna gelince bir şeyler söylemek istiyorum. Savaş muhabirliği nedeniyle hayatımda beni hâlâ etkileyen ve rüyalarıma giren iki olay var. Birisinde Afganistan’da Kabil’deydim. Mücahitler Kabil’e roket atıyorlardı. Onlardan birisi üç dakika önce geçtiğim yola düştü. Geriye dönüp oraya baktığımda yüz kadar insan kanlar içerisindeydi. Bu manzarayı gördüm ve bir müddet sonra morglara gittim. Afganistan’da hastane nasıl olur ayrı bir hikaye. Fakat morg ‘nasıl bir morg?’ Cesetleri bir yere atmışlar. Yanımda rehberim, tercümanım vardı. Beş altı ceset ve biri de on yaşlarında bir çocuk. Bir kadın o cesede bakıyor ve doktor olabileceğini tahmin ettiğim birisiyle konuşuyor. Ne konuştuğunu da anlamadım. Yanımdaki yardımcıma sormuştum. 'O çocuk kadının oğlu ve nasıl eve götüreceğini soruyor' dedi. Bir anneyi, bir babayı evladının ölümü karşısında saçını başını yolarken görürsünüz. Bu bir tepkidir. Bunun bir adım ötesi tepkisizlik halini almıştır. Bu nasıl bir şeydir? Bugünlerde hâlâ rüyalarıma giren ve etkisinden kurtulamadığım bir başka olay da konserve kutusu için düşmanmış gibi birbirleri ile öldüresiyle kavga edenlere tanıklık ettiğim olaydır. Bir baba olarak düşündüm. Babalar çocuklarının sığınacağı yerdir, baba yenilmez. Baba, her şeyin üstesinden gelir ancak ben konserve kutusunu kapamayan bir babanın çocuğunu kucaklamasını ve ağladığını gördüm. Bu da ikinci görüntüdür. Bir babanın ve bir annenin çaresizliği” ifadelerini kullandı.

Prof. Dr. Doğan Tılıç, “Erdeme dayalı etik ve göreve dayalı etik çatışmasını hissedebilirsiniz”

Gazetecilik etiği konusuna da değinen Doğan Tılıç, “Gazetecilikte etik konuşurken erdeme dayalı etik anlatırız. Bir de göreve dayalı etik var. Şimdi erdeme dayalı etik, hepimizin erdem saydığı, iyi saydığı, güzel saydığı şeyler. Bir de göreve dayalı etik var. Bir gazeteci olaya ya da bir yere gittiğinde bir şekilde görevini yapacak. Şimdi o görevin doğrularıyla, göreve dayalı etik doğrularla, erdeme dayalı etik doğruları çeliştiği veya çatıştığı zaman sonradan birtakım sıkıntılar yaşayabiliyorsunuz. Travma sonrası stres bozukluğu diye bir şey diyorsak işte o çatışmayı yaşadığımızda stres bozukluğu oluyor. Benim bu memlekette tanık olduğum en korkunç olaylardan birisi, Ankara’da yaşanan Gar Katliamı. Patlayan bombalardan birisi on metre, ikincisi de yirmi metre uzağımızdaydı. Neden bir şey olmadı bana? Çünkü ilk patlamada arada insanlar vardı. Ben hem kendimi yere attım hem de gazeteci arkadaşlarımı yere yatırdım. Böylece ikinci patlamanın parçaları da etkilememiş oldu. Şimdi o olaydan sonra ne yaptım? Faruk Bildirici, çok sevdiğim bir gazetecidir. Onunla beraberdik ve o sürekli fotoğraf çekti, ben de sürekli haber geçtim. Oysa yerde ayaklarımızın altında yatan yaralı insanlar vardı. O an yanımdaki kız kardeşim yerde yatan birine yardım etmeye çalışıyordu. Fakat ben sadece haber geçmiştim. Burada işte belki de bir müddet sonra siz erdeme dayalı etik ile ve göreve dayalı etik anlayışın çatıştığını hissedebilirsiniz. Erdeme dayalı etik açısından, ‘Ya sen ne biçim adamsın? Yardım etmiyorsun’ diyebilirsin. Fakat göreve dayalı etikte, ‘Sen olaya müdahale etme, senin işin bu olayı haber yapmak ve fotoğraflamak.’ Çünkü uzun vadede, bu göreve dayalı etik davranış aslında daha büyük toplumsal yararlar sağlıyor. Bu da mesleğin tarihi bir gerçeği. Lübnan’da, Amerikan Üniversitesi’nin Rektörü'nün geçeceği yerde bütün gazeteciler beklerken çapraz ateşe alınıyor. O çapraz ateş anında adamın biri öldürülecek ve gazeteci şakır şakır fotoğraf çekiyor. Coşkun Aral ve şoför Ali de fotoğraf çekiyorlardı. Ama o çapraz ateşte insanları da oradan çekip çıkartıyorlardı. Benim için gazetecilikte etikten bahsederken anlattığım örneklerden birisi de budur. Erdeme dayalı etik ile göreve dayalı etik örtüşmesidir” ifadelerini kullandı.