
Aynı ders, farklı yaklaşım: Bir öğretmenin gözünden devlet ve özel okul karşılaştırması
Röportaj: Sena Akmermer
Emine Sönmez, 25 yıllık matematik öğretmeni. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik Bölümü mezunu. Yüksek lisansını Yeditepe Üniversitesi'nde tamamladı. 25 yıl devlet okulunda çalıştıktan sonra bir özel okulda öğretmenlik yapmaya devam ediyor. Kendisine iki farklı okulda yaşadığı öğretmenlik deneyimlerine ilişkin sorular yönelttik.
Aynı konuyu iki farklı okulda anlatırken, kendinizi iki farklı öğretmen gibi hissettiniz mi?
Kesinlikle hissettim. Aslında konular aynı, yıllardır kitaplar da çok değişmedi. Ama öğrenci profili, okulun yaklaşımı, veli beklentisi o kadar farklı ki, ister istemez ben de değişiyorum. Devlet okulunda genellikle “yetiştir” baskısı var. Hedef sınavsa, çocuklara konuyu sevdirme kısmını biraz geri plana atıyorsunuz. Sürekli zamana karşı yarışıyorsunuz. Özel okulda ise daha çok “anlatma, düşündür” deniyor. Bu bana öğretmenliğin diğer yüzünü hatırlattı. Devlet okulunda konu anlatıp geçiyordum; özel okulda “ne düşünüyorsun?”, “sence neden böyle olmuş olabilir?” gibi sorularla konuyu açma imkânım oluyor. Bu da bambaşka bir öğretmen profili gerektiriyor.
Müfredatın görünmeyen yüzü nedir? Öğrenciler neyi fark etmiyor?
Müfredatın en görünmeyen tarafı, aslında bir metin listesi ya da konular dizini olmanın çok ötesinde bir “niyet” taşıması. Öğrenciler genelde “bu konuyu niye işliyoruz” diye soruyor ama onların göremediği şey şu: o konu orada belki yıllar öncesinden kalmış, artık güncelliğini kaybetmiş, ama hâlâ anlatılmak zorunda. Öğrenci bunun farkında değil ama öğretmen olarak ben her yıl aynı metni, aynı sırayla anlatmak zorunda olduğumu ve o metnin artık çocukların ilgisini çekmediğini çok net görüyorum. Bir de şu var: Bazı şeyler sadece "kitapta var" diye öğretiliyor. Öğrenciler bunu doğal kabul ediyor ama öğretmen olarak biz biliyoruz ki, o bilginin çoğu günlük hayatla ya da düşünsel gelişimle çok bağ kuramıyor. O yüzden müfredatın görünmeyen yüzü, öğretmeni sınıfta yalnız bırakması diyebilirim. Müfredata göre öğretmek başka bir şey, gerçekten öğrenme yaşatmak bambaşka.
Devlet okulunda ‘zorunluluk’ olan bir içerik, özel okulda ‘esneklik’ kazandı mı?
Evet, örneğin problem çözme stratejileri konusu devlet okulunda belirli adımlarla, zaman baskısıyla işlenirken; özel okulda öğrencinin seviyesine göre şekillenebiliyor. Aynı konuyu özel okulda tartışmaya, denemeye ve farklı yollarla çözmeye daha çok zaman ayırabiliyorum. Devlet okulunda “anlatmak şart”, özel okulda “anlaşılmasını sağlamak öncelik”. Bu da öğretmenin yöntemini ve öğrencinin deneyimini doğrudan etkiliyor. Yani özetle; içerik aynı olabilir, ama işleyişin ruhu tamamen farklı. Devlet okulunda bir kazanım, “bitirilmesi gereken” bir maddeye dönüşüyor. Özel okulda ise aynı kazanım, öğrencinin öğrenme yolculuğuna göre esneyebilen, öğretmene güvenilen bir yapıya bürünüyor. Bu da öğretmenin nefes aldığı, öğrencinin de anlamaya vakit bulduğu bir öğrenme ortamı yaratıyor. En büyük fark burada başlıyor zaten: Birinde içerik merkezli bir sistem, diğerinde öğrenci merkezli bir yaklaşım var.
Size göre müfredat, öğrenciden çok öğretmeni mi sınırlandırıyor?
Bence öğretmeni çok daha fazla sınırlıyor. Öğrenciye her yıl yeni bir sayfa açılıyor; geçen yıl olanı unutur, yeni yılın atmosferine ayak uydurur. Ama öğretmen için durum öyle değil. Aynı müfredatı yıllarca tekrar etmek hem zihinsel hem de duygusal olarak yıpratıcı. Bir süre sonra kendinizi bir çarkın dişlisi gibi hissetmeye başlıyorsunuz.
Devlet okulunda sizi zorlayan, özel okulda ise özgürleştiren bir ders anınız var mı?
Devlet okulunda görev yaparken, derslerime kendi bilgisayarımı götürüyordum. O dönemlerde akıllı tahtalar henüz yoktu; ders materyallerini projeksiyon cihazıyla yansıtıyorduk. Özel okulda çalışmaya başladığım ilk haftada ise büyük bir farkla karşılaştım. Okul idaresi, derslerimde kullanmam için içerisinde matematikle ilgili uygulamaların yüklü olduğu bir tablet verdi. Ayrıca ihtiyaç duyduğum her türlü teknolojik materyal okul tarafından sağlandı. Fotokopi için ayrı bir oda ve bu işten sorumlu bir görevli bile vardı. Devlet okullarında ise ne yazık ki bu tür destekler çoğu zaman sağlanmaz. Hatta çoğu zaman öğretmenler, bozuk ya da yetersiz materyallerle ders anlatmak zorunda kalır.
Devlet okulunda zorunluluk olan bir ''uygulama'' özel okulda esneklik kazanıyor mu?
Devlet okulunda, Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatını bire bir uygulamak zorundayız. Özel okullarda ise temelde MEB müfredatı takip edilse de üzerine farklı uluslararası programlar eklenebiliyor. Bu da öğretim içeriğinde bir çeşitlilik ve derinlik sağlıyor. Öte yandan, devlet okullarında okul forması zorunludur. Özel okullarda da genellikle forma zorunluluğu vardır; ancak 'serbest kıyafet' günleri gibi uygulamalarda daha esnek davranılabiliyor. Ayrıca devlet okullarında yabancı dil desteği, özel okullara kıyasla genellikle daha sınırlı kalabiliyor. Bu durum, özellikle dil gelişimi açısından öğrencilere sunulan fırsatları doğrudan etkiliyor.
Bir gün müfredatı siz yazacak olsaydınız, mevcut müfredattan ilk neyi çıkarırdınız?
Konu sayısını azaltır, her konuyu daha çok bağlam içinde işlerdim. Matematiği formüllerden çıkarıp yaşamın içine indirirdim. Ve her seviyeye günlük problem çözme uygulamaları koyardım. Eğitim öğretim programına daha uzun vadede yaymak isterdim.
Size göre bir öğrencinin ‘parladığı an’ nedir? O anı nasıl yakalarsınız?
Bunu tek bir şey ile sınırlandırmak mümkün değildir. Parlamak her zaman büyük başarılar ile değil, bazen de küçük başarılar ve duygusal bir destek ile fark edilebilir. Önemli olan bu anı fark edip öğrenciye gerekli desteği sağlamaktır. Öğrenci bir soruyu çözdüğünde değil, “çözüme ulaşma sürecini sevdiğinde” parlamaya başlar. Gözünde bir kıvılcım olur. Derse katılmaya başlar, kendi yöntemlerini anlatır. O an öğretmen olarak ben de heyecanlanıyorum. O anı yakalamak için sabır, doğru geri bildirim ve çocuğa güven vermek gerekiyor.
Devlet okulundaki bir günü bir kelimeyle, özel okul gününü başka bir kelimeyle anlatacak olsanız ne derdiniz?
Devlet okulundaki bir günü "koşu", özel okul gününü ise "denge" kelimesiyle özetlerdim. Devlet okulunda her şey bir yarış gibi. Zamanla, müfredatla, kalabalık sınıflarla, eksik kaynaklarla... Sürekli bir yerlere yetişmeye çalışıyorsunuz. Dersi tam anlatamadan zil çalıyor, öğrenciyle bire bir ilgilenemeden başka bir sınıfa geçiyorsunuz. Fiziksel değil ama zihinsel olarak hep koşuyorsunuz. Özel okulda ise gün “daha dengeli” geçiyor. Hem anlatma hem dinleme hem plan yapma hem anı yakalama şansı buluyorsunuz. Acele etmiyorsunuz, ihtiyaç duyulduğunda durup bekleyebiliyorsunuz. Bu da sadece öğretmenin değil, öğrencinin de ritmini değiştiriyor. Birinde yoruluyorsunuz, diğerinde gelişiyorsunuz.
Hiçbir öğrenciniz size, düşündüğünüzden daha fazla şey öğretti mi?
Çocuklardan her zaman çok fazla şey öğrendiğimi düşünüyorum. Her öğrencinin çok ayrı bir hikâyesi vardır. Ben bir matematik öğretmeni olarak hiçbir zaman olayı sadece akademik açıdan değerlendirmedim. Yukarıdaki sorulara verdiğim cevaplarda da belirttiğim gibi, her çocuğun parladığı bir an, kendini bulduğu bir zaman dilimi vardır. O anlar, matematik dersinde kazandıkları başarıdan bile daha değerlidir benim için. Bazen öğrenciler, benim kendi varsayımlarımla yüzleşmeme neden olmuştur. Zaten gerçek öğrenme karşılıklıdır; sadece öğrenciler öğretmenlerinden değil, öğretmenler de öğrencilerinden öğrenir.