Enkaz altında, ölüm ile yaşam arasında geçen on saat
29.12.2022 13:17

Enkaz altında, ölüm ile yaşam arasında geçen on saat


Haber: Melisa Duygun

Günlük yaşamda önemsiz gibi görünen saniyeler bazen bir hayatın kurtarılmasını sağlarken bazen de can kayıplarının yaşanmasına yol açar. 45 saniye süren ve 1999 Gölcük Depremi olarak tarihe geçen olay, onlarca çocuğun ailesiz, onlarca ailenin de evlatsız kalmasına neden oldu. Depremin ardından kimi aileler tamamen yok olurken kimi ailelerse çok sayıda yakınını kaybetti. 99 depreminden sağ kurtulanlar ise o anların izlerini silmek için uğraş vermeyi sürdürüyor. Şaban Gül de enkazın altında geçirdiği on saati dün gibi hatırlayan ve etkilerini üzerinde hissetmeye devam eden isimlerden.

17 Ağustos 1999 gecesi saatler 03.02’yi gösterdiğinde merkez üssü Gölcük olan 7.4 büyüklüğündeki deprem, Türkiye tarihinde yaşanan en büyük depremlerden biri olarak kayıtlara geçti. 45 saniye süren Gölcük Depremi’nde 18.373 kişi hayatını kaybederken, 23.781 kişi yaralandı. 285.211 evin ve 42.902 iş yerinin hasar gördüğü deprem tüm Türkiye’nin hafızasına kazınırken, depreme yakından tanıklık edenlerde ise daha derin izler bıraktı. Şaban Gül de enkaz altında geçirdiği on saatin ardından yaşama tutunmayı başardı. Ancak Şaban Gül, aradan geçen 22 yıla rağmen hâlâ okara günü unutmaya çalışıyor.

“17 Ağustos sabahı iki ortağımla birlikte İzmir’e gidecektim”

Şaban Gül, 1964 yılında Kocaeli’nin Bahçecik semtinde doğdu. Liseyi İzmir’de, üniversiteyi ise İstanbul’da okudu. Evlendikten sonra eşiyle birlikte Gölcük’e yerleşen Şaban Gül, o yıllarda ticaret ile uğraşıyordu. İşiyle ilgili zaman zaman il dışına çıkan Şaban Gül yaşanacaklardan habersiz yaptığı planları şu sözlerle anlatıyor: “O dönemler ticaret ile uğraştığım için programım vardı. Bir mobilya fabrikasının sahibiyle daha önceden ön görüşme yapmıştık ve bizi fabrikasına davet etmişti. 17 Ağustos sabahı iki ortağımla birlikte İzmir’e gidecek ve bir mobilya fabrikası ile bayilik anlaşması yapacaktık.”

“O gece çok sıcak bir hava vardı”

Şaban Gül, 17 Ağustos günü çıkacağı yolculuk için tüm hazırlıkları yapmıştı ama öncesinde daha uzun ve plansız bir yolculuğun kendisini beklediğinden habersizdi. 16 Ağustos’u 17 Ağustos’a bağlayan gece, hava her zamankinden daha sıcak ve bunaltıcıydı. Şaban Gül bu durumdan rahatsız olduğu için evdeki başka bir odaya geçti. Evin içerisinde attığı her adım onu sürükleneceği belirsizliğe daha da yaklaştırıyordu. “1999 yılında eşim ve üç çocuğum ile birlikte İzmit’in Gölcük ilçesinde bulunan Örnek Evler sitesinde yaşıyordum. Dört bloktan oluşan sitenin her bloğunda yirmi daire vardı. Biz sitenin C bloğunun dördüncü katında, 140 metrekarelik denizi gören bir dairede hayatımızı sürdürüyorduk. O gece çok sıcak bir hava vardı. O kadar sıcaktı ki yatak odasında bunalmıştım. Yatak odasından çıkıp salonun camlarını açtım. Bizim salon deniz tarafına bakıyordu, bu yüzden hafif rüzgâr esiyordu. Salona gittim ve yerdeki halının üzerine yattım. 7 yaşında olan büyük kızım Erva da yanımda yatıyordu. 2 yaşında olan Selva ise üçlü koltuğun üzerinde uyuyordu. Eşim ve 9 aylık ufak oğlum ise yatak odasında yatıyorlardı” diyen Şaban Gül, dakikalar sonra enkaz altında geçecek olan 10 saatlik bir mücadeleye göğüs germek zorunda kalacaktı.

“Boşluğa doğru düşüyor gibiydim”

Saatler 03.02’yi gösterdiğinde saniyeler içinde binlerce kişinin ölümüne yol açan deprem olmaya başladı. 45 saniyelik o kısa zaman dilimi Şaban Gül için oldukça uzun ve bir o kadar da belirsizlik doluydu. Şaban Gül o anı şöyle anlatıyor: “Deprem olduğunu hissettim. Hani Türk filmlerinde oluyor ya, adam uzayda taşların arasında hareket ediyor. Ben de kendimi uzayda gibi hissettim. Boşluğa doğru düşüyor gibiydim. Etrafımdan taşlar geçiyordu. Tutunmaya çalıştım ama tutunamadım çünkü bina yıkılıyordu. Tabii o anda onu hissetmiyordum. Ne olduğunun farkında bile değildim. Uyanıyorsun ve bir anda ne olduğunun farkına varamıyorsun. Sadece toz, toprak.” Deprem sona erdiğinde yaşadığı ilk anları da şöyle aktarıyor: “Binanın yıkılması bittiğinde kendimi yüzükoyun yerde buldum. Sırtım ve ayaklarımın yarısı betonun altındaydı. Duvar benim üzerime düşmüştü, biraz yapılı olduğum için kızım duvarın altına sıkışmamış oldu. Kızım duvarın yanından çıkıp hemen ayağa dikildi. Küçük kızım ise taşların arasına girmişti ve ağlıyordu. Bir sıkıntı olduğu belliydi.”

“Aşağıdan gelen bağırış seslerinin bazıları kesildi”

Deprem sona ermiş ve geride onlarca yıkık bina kalmıştı. Etrafta, göçen evlerin arasında yaşam mücadelesi veren ve yardım çığlığı atan depremzedelerin sesleri yankılanıyordu. Şaban Gül enkazın altında kalmıştı ve hareket edemiyordu. Eşi ve çocuklarının şanslarıysa yaver gitmiş ve sağ kurtulmuşlardı. Şaban Gül onları göremiyor, sadece uğultular arasından yükselen seslerini duyuyordu. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgide bazı seslerin zamanla kaybolduğunu söyleyen Şaban Gül, “Oturduğumuz bina beş katlıydı, biz dördüncü katta oturuyorduk. Üstümüzdeki daireler yıkılmaktan ziyade yan tarafa doğru devrilmişti. Artık doğrudan gökyüzünü görebiliyorduk. Beşinci kat kaydığı için eşim çatıya çıkmış oldu, orada bağırıyordu. Ben onların sesini duyuyordum ama benim sesim onlara gitmiyordu. Büyük kızım Erva ile konuşmaya başladılar. ‘Baban sağ mı, nasıl?’ diye sordular. O da benim yaşadığımı, konuştuğumu ama duvarın altında sıkışık olduğumu söyledi. Sonra küçük kızım Selva’yı sordular. Büyük kızım, Selva’nın ağladığını söyledi. Ben duvarın altındaydım, kızım yanımda ayakta dikiliyordu ama ben bir türlü kalkamıyordum. Öbür kızımın ise ağlama sesini duyuyordum. Altımızda kalan bir sürü insan vardı. Onların feryatları, bağırma sesleri geliyordu. Üzerime düşen kiriş değil, normal tuğladan duvardı. Yan taraftan bir tane tuğla buldum. Tuğlayı duvarın altına destek yaparsam oradan kurtulabileceğimi düşündüm. Bir müddet uğraştım ama başarısız oldum. Daha sonra, ‘Mutlaka bize yardım etmeye gelenler olur, kendimi çok fazla yormamam lazım’ diye düşündüm. Bu süreçte aradan üç saat geçti. Aşağıdan gelen bağrış seslerinin bazıları kesildi” diyerek komşularının hayatlarını kaybedişlerine tanıklık ediyor.

“Çok büyük bir karmaşa vardı, herkes kendi derdine düşmüştü”

Zaman geçiyor ve enkazın altında kalanlar kurtarılmayı bekliyordu. Bekleyiş sürerken kesilen sesler umutların da bir bir tükenmesine neden oluyordu. Şaban Gül, bir yandan kurtarılmayı beklerken diğer yandan da eşi ve çocukları için endişe duyuyordu. Gün ağardıktan sonra kendisini kurtarmak için birileri gelmiş ve çalışmalara başlamıştı. Şaban Gül, enkazın altında geçen on saatin ardından kurtarılma hikâyesini şöyle anlatıyor: “Dışarıda eşimle büyük kızım konuşmaya devam etti. Bu şekilde dört-beş saat geçti. Hava altı buçuk gibi aydınlanmaya başladı. Sesimizi duyurmak adına hiçbir şey yapamadık. Cep telefonum o anda yanımda değildi. Olsaydı da zaten sıkışık vaziyetteydim ve telefonu bulacak pozisyonda değildim. Çok büyük bir karmaşa vardı, herkes kendi derdine düşmüştü. Herkes kendi akrabasını kurtarmanın peşindeydi. Kayınpederim ve komşusu Ahmet ağabey deprem olduktan yarım saat sonra bizi aramışlar, telefonlara cevap verilmeyince Kuruçeşme’den taksiye atlayıp bulunduğumuz yere doğru yola koyulmuşlar. Yollar da o sıra çok kalabalıkmış. Geldikleri zaman eşim dördüncü katın tavanına çıktığı için sesini duyurabildi. Önce eşimi ve oğlumu aldılar. Onlarda herhangi bir sıkıntı yoktu. Eşim bizim olduğumuz yeri tarif etti. Bize doğru gelip büyük kızım Erva’yı aldılar. Sonra tekrar geldiklerinde ben, kayınpederime ve komşusuna küçük kızım olan Selva’nın sesinin geldiği yeri söyledim. O esnada kızımdan gelen bir ağlama sesi yoktu ve onun öldüğünü düşündüm. Selva’nın olduğu bölgedeki taşları kaldırdılar ve yaşadığını gördüler. Onu enkazın altından çıkararak kurtardılar. Selva’yı direkt hastaneye götürmüşlerdi. Başına taş geldiği için başı yarılmıştı. Benim üzerimdeki ağırlık ise bir-iki kişinin yüklenip kaldırabileceği bir ağırlık değildi. Biraz uğraştılar ama kaldıramadılar. Bir yandan da artçı depremler olmaya devam ediyordu. Artçı deprem olduğu zaman komple dışarı kaçıyorlardı. Benim anlattığım gibi bu olaylar birkaç dakika içerisinde gerçekleşmedi. Süreç yavaş yavaş işledi. Kurtarma sürecinde kendileriyle bayağı konuştum. Aramızda ‘Buradan nasıl çıkacağız’ şeklinde konuşmalar geçiyordu. Enkaz altında olmak bana kendimi kötü hissettiriyordu. Beni kurtaran kişilere, ‘Siz duvarı hafif kaldırmaya çalışın, ben de sürtünerek duvarın bitiş kısmına gelip kendimi kurtarayım’ dedim. Bu şekilde karar verdik. Onlar duvarı kaldırdıkça ben bir yarım metre sürtünüyordum. Bir anda artçı oluyor ve duvarı tekrar bırakıyorlardı. Bu şekilde süreç devam etti. Yarım saatlik uğraşın ardından ben de oradan çıkmış oldum. Sonrasında beni de hastaneye götürdüler.”

“Cansız bedenleri yaklaşık dört gün sonra enkazdan çıkarıldı”

Gül ailesi depremden hafif yaralı şekilde kurtarılmıştı. Ancak herkes için durum aynı değildi. Hayatını kaybeden binlerce insan vardı. Şaban Gül de depremde çok sayıda yakınını kaybetti. Aynı sitede oturmalarına karşın kendileri hayatta kalmış ama akrabaları yaşam mücadelesinde yenik düşmüştü. Binaların depremde büyük hasar aldığını ifade eden Şaban Gül, aldığı acı haberler için şunları söylüyor: “Sitemiz dört blok ve seksen daireden oluşuyordu. C ve D blok arkadaydı. Biz de C blokta yaşıyorduk. C ve D blok deprem anında komple yıkılmıştı. 15-20 metre yüksekliği olan bina 6-7 metreye inmişti. Sonradan çıkınca gördük. Öndeki A ve B blok yıkılmamış ama çok büyük hasar almıştı. Bu bloklarda insan kaybı yaşanmadı ama yaşanacak gibi de değildi. C ve D bloklarında ise 78 kişi hayatını kaybetti. Oturduğumuz sitede yaşayan ve ölenler arasında bizim de akrabalarımız vardı. Dairemizin yan tarafında ablam, eniştem ve çocukları kalıyordu. Eniştem ve ablamın büyük kızı Şeyma o gece vefat etti. Sıkışmış olduğu için enkazdan çıkamadı. D blokta ikinci katta teyzemler oturuyordu. Teyzem, eniştem, çocukları Murat ve Hanife bir de torunları Büşra o gece vefat ettiler. Cansız bedenleri yaklaşık dört gün sonra enkazdan çıkarıldı.”

“Korku ve endişeyi üzerimizden atmak için 4-5 gün çadırda yaşadık”

Gül ailesi yaşadıkları evi ve kurdukları düzeni 45 saniye içerisinde kaybetmişlerdi. Artık barınabilecekleri bir evleri yoktu. Bu nedenle akrabalarının yanına giden Şaban Gül ve ailesi yaşadıkları korku ve endişe nedeniyle günlerce çadırda kaldı. Şaban Gül çadırda geçen o günleri şöyle anlatıyor: “Kuruçeşme tarafında kayınpederimin evi vardı. Ev iki katlıydı ama biz o süreçte eve giremedik. Yan tarafında bulunan bahçeye bir çadır kurduk. Korku ve endişeyi üzerimizden atmak için 4-5 gün çadırda yaşadık. Daha sonra eşimin babasının yanına yerleştik. Yaklaşık bir yıl orada ikamet ettik.”

“Deprem hayatımı çok etkiledi”

Şaban Gül olaydan dolayı işinde de sorunlar yaşadı ve maddi açıdan çok büyük zarar gördü. Sadece evini değil işini de kaybeden Şaban Gül, “Depremden önce çok büyük yatırımlar yapmıştım. Birçok sektörde iş yapan biriydim. Bunlardan bir tanesi üniversite öğrenci yurtlarıydı. Depremin olduğu yıl, Kocaeli’nde üçü erkek biri kız olmak üzere dört öğrenci yurdum vardı. Depremden önce büyük iki binanın sahibiyle de anlaşma yapmıştım, iki yurt daha açacaktım. Kira sözleşmelerini imzalamıştım. Deprem olunca yeni yurtları açamadım. Yeni yurtları açmayı bırakın, Akçakoca’daki iki öğrenci yurdum komple yıkıldı. Ağustos ayı olduğu için içeride kimse yoktu. Bekçi de kaçıp kurtulmuştu. Bunun yanı sıra mobilya mağazam vardı. Depremden sonra ödemeleri yapamadım, büyük sıkıntı yaşadım. Süreç benim için çok zorlayıcı oldu. Başiskele’de de özel okulum vardı, hocalarımızdan birini ve 11 öğrencimizi depremde kaybettik” sözleriyle yaşadığı sıkıntıları gözler önüne seriyor.

“İstanbul’u hayal bile etmek istemiyorum”

Akrabaların yanında geçirilen bir yıllık sürecin sonunda Şaban Gül ve ailesinin yeni bir yaşam kurması gerekiyordu. Yapılan araştırmalar sonucunda daha sağlam olduğunu düşündükleri bir yere taşındılar. Şaban Gül, kurdukları yeni hayat için şunları söylüyor: “Ailemle birlikte çok sağlam bir yere taşındık. Artık Yenidoğan Mahallesi’nde oturuyoruz. Şu anda oturduğumuz yer kayalık bir bölge, zemin olarak sağlam bir yer. İzmit’te 99 depreminden sonra hasarlı olan bir sürü bina biliyorum, insanlar hâlâ oturuyorlar. Çoğu belki de ilk depremde yıkılacak binalar. İstanbul’u hayal bile etmek istemiyorum. Devlet geçmişe göre olayla daha fazla ilgileniyor. Kentsel dönüşüm yapmaya çalışıyorlar. Ama toplum da biraz sıkıntılı, yaşadıkları mevkiden vazgeçmek istemiyor. Bu işin düzelmesi için eski binaların yıkılması ve deprem yönetmeliğine uygun bir şekilde yeniden yapılması gerekiyor. İzmit’te büyük bir deprem oldu ama İzmit’ten daha eski yerleşim yeri olan Yenidoğan, Bağçeşme’de herhangi bir yıkım gerçekleşmedi. Sadece bina yapılarıyla alakalı değil, zeminin kayalık ve kuvvetli olmasından da kaynaklandığını düşündük. Biz de bu bölgeye yerleşmeye karar verdik. “

“Yıl dönümlerinde o günü hatırlıyor ve duygulanıyorum”

Depremzedeler her ne kadar yeni hayatlar kurmuş ve kaldıkları yerden devam etmiş olsalar da hâlâ olayın etkilerinden kurtulmak için mücadele vermeye devam ediyorlar. Her sene 17 Ağustos günü bir burukluk yaşadığını dile getiren Şaban Gül, “Bu tarih benim için önemli bir gün. Yıl dönümlerinde o günü hatırlıyor ve duygulanıyorum. Hayat devam ediyor ama bu olay benim için bir dönüm noktası oldu. Önceden hayata bakış açım daha farklıydı. Hayattan zevk alıyor, bir şeyler yapmak için mücadele ediyordum. O tarihten sonra değiştim. Üzerinden yaklaşık 20 yıl geçti ama o yıldaki gibi mutlu değilim. Depremin izlerini silmek için belki de psikolojik destek almamız gerekirdi ama o bilinçte değildik. Eniştemi çok özlüyorum. Eniştem çok mukallit bir adamdı. Güzel de bir komşuluğumuz vardı. Hemen hemen her gece birbirimize gider çay, kahve içerdik. Teyzem ve eniştemle çok iyi anlaşıyorduk ama tabii o günler maalesef çok geride kaldı” diyerek hem yaşadığı acıları hem de özlemi aktarıyor.

“İnsan yaşamadan hiçbir şeyi anlayamaz”

Akıp giden zamana rağmen Şaban Gül için özlem de acılar da dinmiyordu. Acıları anlayabilmek için yaşamanın şart olduğunu vurgulayan Şaban Gül, depremle ilgili haberlere artık daha farklı bir gözle baktığını şu sözlerle ifade ediyor: “Biz depremi yaşamadan önce televizyonda film seyreder gibi seyrediyorduk. İnsan yaşamadan hiçbir şeyi anlayamaz, bu nedenle yaşaması gerekiyor. Birazcık klişe olmuş, ‘Ben senin çektiğin acıları hissediyorum’, ‘senin yaşadığını anlıyorum’ lafları. Bana bunlar lafügüzaf geliyor. İnsanın karşısındakinin yaşadığını anlayabilmesi için o olayı yaşaması lazım. Sadece deprem konusunda değil her konuda bu geçerli. Enkaz altında kaldıktan sonra deprem haberlerine çok farklı bakmaya başladım.”