Süleyman Nazif İlter: "Biz tonmaysterler hava gibiyizdir"
19.12.2019 10:07

Süleyman Nazif İlter: "Biz tonmaysterler hava gibiyizdir"


Haber Üsküdar - Neval Okatalı

Staj dönemi kuşkusuz her üniversite öğrencisinin hayatında çok önemli bir yer tutar. Ancak stajda gerçek bir meslek ustasına denk gelmek tamamen şans işi. İletişim fakültelerinde öğrenciler tarafından pek bilinmeyen “tonmaysterlik” mesleğini bu alana yıllarını vermiş usta bir tonmayster olan, TRT Baş Tonmaysteri Süleyman Nazif İlter ile konuştuk.

Bir iletişim fakültesi öğrencisi olarak üçüncü sınıfımın bitiminde TRT Harbiye Radyosunda yaptığım yaz stajına kadar "tonmaysterlik" ile ilgili bir bilgim yoktu. Radyodan duyduğumuz sesin kalitesinde, müzik kayıtlarının yapılması sırasında ve yayıncılığın daha birçok önemli noktasında yer alan bu mesleğin özellikle radyo alanına ilgi duyan öğrenciler tarafından daha çok bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu doğrultuda siz tonmaysterliği nasıl anlatırsınız? Ses mühendisliği veya ses teknisyenliğinden ne gibi farkları var?

Ben klasik kalıplara girmeyi seven bir adam değilim. Ben bunu kitaplarda yazdığı gibi değil de hiç bu işten haberi olmayan insanların anlayabileceği şekilde anlatmaya çalışmak isterim. Tonmaysterlik, ses mühendisliği, elektronik mühendisliği, teknisyenlik bunlar aslında bir bahçede yetişmiş çeşitli ağaçlar gibi. Bu şekilde basit bir anlamda anlatılabilir. Aynı materyalleri kullanan ama farklı farklı yorumlayan, farklı farklı değerlendirme mecburiyeti olan insanlar. Meselâ bizim bugün burada kullandığımız mikserimizi icat eden, onu bulan, onu imal eden elektronik mühendisleri o mikseri yapıyorlar, geliştiriyorlar ama hiçbirisi bir ses mühendisi gibi, bir tonmayster gibi onu kullanamıyor. Eğer öyle olmuş olsaydı bu mikseri imal eden insanlar en iyi tonmaysterler olurdu. Ses mühendisliği o masaları imal eden mühendislerin bir değişik versiyonudur. Adı üstünde mühendis, yani işin teknolojik kısmını bilen, onu uygulayan, sesin frekanslarıyla çok iyi oynayabilen ve bunu matematiği ile halletmeye çalışan kişilerdir. Hemen burada devreye tonmayster girer. Evet, tonmayster de ses mühendisinin uğraştığı sesin matematiğiyle sesin fiziğiyle uğraşır ama o, onu müzik olarak duyar. Ses mühendisi 653,4 hertz olarak bakar, tonmayster  ”şu sol’ün güzelliğine bak, bu sanatçı bu sol’ü ne kadar temiz çıkartıyor” der. Onu o şekilde duyar. Tonmayster onu 653,4 hertz diye bilmez. O, geçmişinde müzik tahsil etmiş, müziği bir ya da birden fazla enstrüman çalarak, ağzı ile uygulayarak, bedeni ile o ritmik yapıyı hissedebilen, ritim kalıplarını çok iyi bilen, beraber müzik kaydı gerçekleştirdiği müzisyenler kadar iyi müzik bilen insandır. Müziğin melodik yapısı içinde kullanılan söz unsuruyla insanların duygularını ortaya çıkaran kişidir. Bir gün bir yerde panele katılmıştım. Orada tonmaysterliği anlatırken aklıma şu geldi. “Biz, tonmaysterler hava gibiyizdir” dedim. Biz ne zaman olmazsak, o zaman anlarlar. Havasız kaldığınız an havanın kıymetini anlarsınız. Tonmaysterin olmadığı bir yerde, düğün salonunda anlarsınız, konserlerde anlarsınız televizyonda, radyoda anlarsınız. Bir gün mutlak surette herkesin yaptığı işi ölümsüzleştirebilmek için, kaydedip yazabilmek için iyi bir fotoğraf makinesine, iyi bir ses kayıt cihazına, bir şeylere ihtiyacı olacak. Profesyonel insanlar da geçmişten izler bulabilmek için iyi bir tonmaystere ne kadar ihtiyaçları olduğunu anlayacaklar.  Benim hiçbir zaman içimdeki ateş, umudum, ne ülkemden ne insanlardan kesilmedi. 

Tonmayster olabilmek için gerekli koşullar nelerdir? Sizce herkes bu mesleği yapabilir mi? Hangi özelliklere sahip olmak gerekiyor?

Tonmayster olan arkadaşlarımızda konservatuar mezunluğu şartı aranan birinci şart olduğu için genellikle okudukları bölümlerde her türlü müziği tahsil etmiş insanlardır. Tonmayster, bas yapısının ne olduğunu bilmeli, bununla ilgili çalınanları hem takip edecek kadar nota bilgisine, hem de yanlış çalındığında uyarabilecek kadar iyi bir algılamaya sahip olmalı. Örneğin, burada diğer enstrümanlarla birlikte “Şen olasan Ürgüp” türküsü çalınmaya başlandı. Her bir enstrümanın sesi, her bir kanalla tonmaysterin önündeki miksere gelir. Tonmaysterin, hayalindeki ritim tonlarını, hayalindeki enstrüman tonlarını enfes bir karışıma getirebilmesi için çok büyük bir müzik zevkine sahip olması gerekmektedir. Bu, kişinin çalışmasıyla, istemesiyle, parayla satın almasıyla olmaz. Kendimi anlatmak için söylemiyorum ama herkese doğduğu gün farklı farklı görevler tevdi edildiği gibi, Allah’ın bana bu işi ülkemin hiç yüzünü görmediğim halkına, ülkemin en kıymetli müzisyenleriyle hizmet etmek için verdiğine inanıyorum. Benim meslekte otuz birinci yılım. Türkiye’nin en büyük arşivine sahip radyosuyuz. Bu ülkenin gelmiş geçmiş değerleri buraya gelmiş, buralarda kayıtları yapılmış ve bu kayıtlar buralarda saklanıyor. Bu kaydı yapmak sadece o mikseri oraya koymakla olmuyor işte. O yaratıcılığı, estetik duygusu, müzikalitesi olan tonmaysterler bunları gerçekleştirmişler.

Alanla ilgili aldığınız eğitimden bahseder misiniz? Sizin icra ettiğiniz bir enstrüman var mı?

Benim konservatuardaki sazım kanundu. Kanun yirmi beş tane sesten yani yaklaşık üç küsur oktavdan oluşan bir sazdır. Her bir ses üç ayrı telin birbirine uydurulmasıyla oluşuyor, yani bir kanunda yetmiş beş tane tel var. Doğru çalabilmeniz için kanunun iyi akortlu olması lazım. Frekans değeri açısından net olarak ezberimde yok ama kanundaki re perdesi klasik batı müziğindeki la perdesine denk gelir, 440 hertz’dir. Sol perdesi de -doğru olmadığını bilerek örnek vermek için söylüyorum- 1100 hertz olacaktır. Ben bunun kaç hertz olduğuna bakmam. Re, sol… Bu aralık benim zihnimde, Allah tarafından konmuş bir şey, ben bunu çalışamam, bunu öğrenemem. Bu öğrenilmez. Onun için herkes müzik yapamaz. Herkes doğru yapılanı, yanlış yapılanı anlayamaz, ayırt edemez. Müzik bir algı biçimidir. Müzik yapılan bir stüdyoda –halk müziği için konuşalım- müzikte çok başarılı olduğu varsayılan, iki tane ritim sanatçısı, bir basgitarcı, üç tane bağlama, bir tane mey, kaval, kemane, tar, Karadeniz kemençesi, klarnet, akordeon… Diyelim ki dallarının en iyileri. Her biri konservatuara ilkokuldan sonra başlamış on iki, on üç yıllık eğitim alıp yüksek lisanslarını ve doktoralarını önemli konularda yapmış deha çocuklar… Solist de Türkiye’nin en iyi yorumcusu diyelim… Bu insanlar toplandılar ve bir türküyü yorumlayacaklar. Diyelim ki bu bir ağıt ve bu ağıtı yaşatmaya çalışıyorlar. Ritim sanatçıları bu türkünün kalıplarını bilerek onu en doğru, en kusursuz şekilde çalıyorlar. Bunlar aynı zamanda tonmaysterin de bilmesi gereken şeyler. Ses mühendisi bu usulü, bu ritim yapısını bilmez. Tonmayster bunu konservatuarda kudüm veya başka bir ritim aletiyle, dört yıl boyunca çalarak oradan gelmiştir. 

Müziğe olan ilginizi nasıl keşfettiniz?

Ben yirmi yaşına kadar kendimde bir yetenek olduğunu düşünmüyordum. Müzikle ilgili bir yeteneğimin olduğunu bilmiyordum. Dayımın oğlunun yanına, Nişantaşı’na, konservatuara geldiğimde okulun içine girerken bir odanın içinde sırtı dönük halde birisinin bir şey çaldığını gördüm. O çalınan şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum. Erol Deran kanun çalıyormuş. Bu ne dedim, “kanun” dediler. Ben bunu acaba çalabilir miyim dedim. O zaman da Ankara Belediyesi'nde çalışıyorum, izinli geldim İstanbul’a. Elektronik mezunuydum liseden. Liseyi bitirdiğim zaman iki sene orada çalıştım. Askerlik zamanını bekliyordum. Üniversiteyi kazanamamıştım. O anda kanuna yıldırım aşkı ile tutuldum. Ama kanunu hayatımda hiç dinlememiştim. Bazı şeyler için tesadüf diyorlar ya. Hayır, hiç de tesadüf değil.  O arada da konservatuarın giriş sınavına bir hafta varmış. Benim sınıf arkadaşlarım o zamanın en meşhur aranjörleri. Başka konservatuarları bitirmiş, ilkokuldan beri okumuşlar. Ben onlara rakip oldum ve hiçbir şeyden haberim yok. Notanın “n” sinden bile… Ama Allah’ın cebime koyduğu ile girdim sınava... O sınavda Demirhan Altuğ hocam, Neriman Altındağ, Nida Tüfekçi, İnci Çayırlı, Tülin Korman, Kani Karaca gibi bütün babalar vardı… Yirmi otuz kişi, konservatuar sınavında jüriler. Piyanodan ses basıyorlar… Duymak… Dedim ya bana ait bir şey değil. Allahın emaneti. Ben duyduğumu verdim. Kulak… O zamandan temel atılmış. Benim haberim yok. Üçüncü olarak kazandım konservatuarı. Hiçbir şey bilmiyorum. Girdik, başladık acayip bir şeyler… Ben bunu nasıl okuyacağım dedim. Öğrenirsin dediler. Şu anda otuz dokuz sene önceyi anlatıyoruz.

Hayatınızda belki başka birçok seçenek vardı. Başka bir meslek alanı da tercih edebilirdiniz. Niçin tonmayster olmak istediniz ve bu süreç nasıl gelişti?

Benim ailemde bu işi yapan, müzik geçmişi olan pek kimse yok. Kuzenim Erkan Oğur’larla ile birlikte konservatuar eğitimi aldı. Benden bir dönem önce girmişlerdi. Hiç müzikle alakam yok zannederdim ama çok iyi bir müzik dinleyicisiydim çocukluğumda da.  Hatta şu hatırayı sizinle paylaşmak isterim; bundan 10 gün önce bir radyo müzesi açıldı. Benim 18 yaşında ilk iki, üç maaşımı biriktirerek aldığım profesyonel bir kayıt cihazı vardı. Ülke şartlarında o zaman plakçılarda, kasetçilerde bulunan bir tane teyp, şu anda radyo müzesinde sergileniyor. Onu buraya bağışladım. Annemden babamdan kalan, aya ilk inildiği gün, ben ilkokul birinci sınıftayken, evimize alınan bir salon radyosu, onu da buraya bağışladım. Bir de Almanya’dan gelen küçük bir kasetçalarımız vardı onu da, üç tanesini de buraya bağışladım. Otuz bir yıl ekmeğini yediğim evim, buranın adı radyo evi, en iyi yaşayacağı, en iyi kıymet bulacağı yerin burası olduğunu ben biliyorum. O zaman idarecilerimiz de sağ olsunlar böyle bir şeye destek olmamızı istediler. Evden en kıymetli hatıralarımı, benden iyi saklayacağına inandığım radyo evime getirdim.  Konservatuardayken radyolardan kayıtlar yapmaya çalışıyordum. Onları birbirine katıştırmaya çalışıyordum o zamanın şartlarıyla. Profesyonel bir pikabım vardı. Yine çocukken evde koltuklara çubuklar ekleyerek davul takımı yapıp sevdiğim müziklere eşlik etmeye çalışırdım.  Tenekeler, leğenler, tencereler… Davul çalma merakım vardı. Bu ritmi zaten anlarsınız, bunu kazanamazsınız. Allah bunu cebinize koyar gönderir. Çok iyi duyan iki kulağa sahibim, benim değil onlar, bana Allah’ın emaneti. Bu kadar insanın içinden beni seçmiş Allah, buraya göndermiş, bununla vazifelendirmiş. Ben buna böyle inandığım için ne yorulurum, ne hastalanırım, ne düşerim, ne kalkarım.  Otuz bir yıldır çalışıyorum, bu inancımı hiç kaybetmediğim için tek bir gün rapor almadım. Tek bir gün hastalık sebebiyle işe gelmemezlik etmedim. Bu ancak aşkla olur. Konservatuar yıllarımda çocuklarımın annesi olan hanımefendi, Çimen Hanım ile tanıştım. Konservatuar arkadaşlığı hayat arkadaşlığına dönüştü. 1986 yılında evlendik, 1987 yılında Elif dünyaya gelmek üzereyken askerlik görevim geldi. Çimen Hanım hala öğrenciydi bu arada, ben 1985’te konservatuarı bitirmiştim. İcra heyetinde şarkıcılık yapıyordum. Kadıköy’deki İstanbul Üniversitesi'nin müzik topluluğunda sanatçı öğretim görevlisi sıfatıyla orada şarkı söylüyordum. Recep Birgit’ler, Rıza Rit’ler, İnci Çayırlı’lar… Benim hocalarım iş arkadaşlarım oldu. Bir yandan da kanun çalıyorum albümlerde. Bu şekilde hayatımızı idame ettirmeye çalışıyorduk. Tonmaysterliğin yine “t” si yok…1987 yılında askerlik görevim geldi askere gittim. 13 Nisan Pazartesi günü teslim oldum, 14 Nisan’da burada kızım dünyaya geldi. Bu arada Çimen Hanımın hamileliği döneminde TRT 1986 yılında yetişmiş sanatçı sınavı açtı. O buraya girdi ve kazandı. O devam ediyor, ben askerden geldim yine devam ediyoruz piyasada çalışmaya…1989 yılına geldik, bir gün heyecanla eve geldi.” Radyo bir sınav açıyor, tam senin işin” dedi. Tam senin hayatın, hayalin… “Yahu ben ne anlarım tonmaysterlikten” dedim. “Vallahi müracaat edeceksin” dedi. Zorla beni orada müracaat ettirdiler. Rahmetli annem babam da çok arzu ettiler. Şubat ayında sınavına girdik. İlk sınav temel müzik soruları filan… Müzik ağırlıklı. On beş kişi o ilk elemeyi geçtik. TRT Kurumu Almanya’dan yaklaşık dört ay, Avrupa’nın en iyi tonmaysterlerini getirdi bize eğitim vermesi için. 

Almanya ve Türkiye’nin o dönemlerde yakın bir ilişkisi bulunmasından dolayı mı?

Hayır. Dünyanın en iyi tonmaysterleri kabul edilen ve Türkiye’ ye en uygun evsaftaki tonmaysterleri, müzik üreten adamlarıdır Alman ekolü… Almanya’dan gelen ilk tonmayster hocamız bu on beş kişilik ekibi eğitmeye başladı. Ankara Radyosu'nda başladık. Bir ay onunla çalıştık. Ardından iki kardeş tonmaysterle çalıştık ve onların bende çok büyük emeği var. Çok şey öğrendim onlardan. Haziran ayına doğru İstanbul Radyosu'na geldik. Bir aylık da burada bir eğitimden sonra Ankara’ya sınava geri döndük. Sınavımız şu şekilde oldu; bütün tonmayster arkadaşlar -okuldan, konservatuardan arkadaşlarım- her birimiz kayda geçtiğimiz zaman diğerlerimiz ya sesle ya da enstrümanlarıyla onlara kayıt malzemesi olduk.  Ben geçtim diğer arkadaşlarım çaldı… Ben o sınavda arkadaşlarıma bas divan, bendir ve kanun çalarak yardımcı oldum. Türkiye’nin efsanelerinden oluşmuş hocalarımız ve radyonun köklü şefleri olan bir jüri sınavında yine ağırlık müzikteydi. Bana deşifre şarkı okuttular, dikte yaptırdılar ki bana şansımdan tulum çıkmıştı. Dünyanın en zor diktelerinden birisidir. Tulumu dikte ettim. Sonra kanun çaldırdılar. Yine bir deşifre ve taksim... Bu sınav bitti, bir kere daha bu sefer artık hazırlanarak geldiğimiz bir şeyi çaldık arkasından hazırlanarak geldiğimiz bir şarkıyı okuduk. Makam anlattırdılar, bağlama akordu gibi değişik değişik sorular… Ve on beş kişiden dokuz kişi bu sınavı geçti.  Kazananlardan birisi de bendim. Dokuz kişi, üçü Ankara’ya, üçü İstanbul’a, biri İzmir’e iki tane Erzurum Radyosuna olmak üzere tayin edildik. 15 Eylül 1989’da bu hikâye başladı.

Burada çalışmak size ne hissettiriyor? Sizin müziğe, kültüre bakış açınız ile çalıştığınız kurumun bakış açısı uyuşuyor mu?

Kesinlikle. Zaten bizim çalışma şartlarımızda bizim gibi düşünmeyen insanların bu kurumda var olması, çalışması olanaksız… Çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nde TRT Kurumu şarkıları ve türküleri, özellikle türküleri “TRT repertuarına alma” diye bir misyon edinmiş. Bunu görev edinmiş. Tarihi bir sorumluluk gibi üstlenmiş bunu. Dağ bayır gezilmiş, TRT’nin kurduğu büyük repertuar kurullarında bu türkülerin olurluğu, yayınlanırlığı, kaynak kişisi vb. hepsi kayıt altına alınmış. TRT repertuarına girmiş türkülerden oluşan bir çalışma yapıyoruz biz burada.  İnsanlar anladığı dilde haber dinlerler.  Anlaşabildikleri dilde konuşurlar. Siz, devlet olarak toplumun her kesimine neyi verirseniz halk onunla beslenir. Siz bu kültürü yozlaştırırsanız, halk bunu anlamıyor derseniz… Ne demek anlamıyor? Verirseniz anlar... Meselâ eskiden Türkiye’de çiğ köfteci diye bir şey yoktu. Şimdi bir sokakta beş tane çiğ köfteci var. Artık bu bir furya. Tostçu, çiğ börekçi, dönerci… Bu halka ne verirseniz halk onu anlar. TRT’nin misyonunu bu anlamda çok önemsiyorum, çok saygı duyuyorum. Zaten mesleğim gereği, bulunduğum konum gereği son derece de destekliyorum. TRT kendi boyunun çok çok üstünde sayılabilecek bir sorumluluğun altına girmiş ve altmış, yetmiş yıldır kurulduğundan beri Türk kültürüne inanılmaz faydalar sağlamış, hâlâ da sağlamaya devam eden, bunu kendisinin milli görevi olarak kabul etmiş bir kuruluş… Zaman içerisinde bu pozisyon çok iyi idare edilebilir, bazen kötü idare edilebilir, bazen durağanlaşabilir. Toplumsal olaylar, bu türkülerin, şarkıların artmasında yazılmasında etken, çünkü türkü yakmak, bestelemek gibi bir şey değil. Karadeniz’in yaylalarında hâlâ yeni yeni horonlar çalınmaya başlanıyor. İnsanlar Güneydoğu'da halaylar çekmeye, Orta Anadolu’da bozlaklar söylemeye devam edecekler. TRT de bunları kendi bünyesinde toplayıp bu halka geri vermek üzere, bizler ve diğer arkadaşlarım vesilesiyle bu çalışmayı yapmaya devam edecek. Bu yüzden TRT’nin çalışmalarını çok önemsiyorum. Çalıştığım için değil, ben buradan gitsem de, emekli olsam, ayrılsam da doğru doğrudur. Devletin bir kurumunun, kültürüne kayıtsız koşulsuz sahip çıkması gerekir… Başta da dediğim gibi kültürü olmayan bir devlet ölmüştür, bitmiştir.

Daha önce çalıştığınız yerlerle mukayese edecek olursanız, sizce TRT’de çalışmanın ne gibi farkları var?

Cemal Reşit Rey kurulduğunda iki yıl orada olan tüm konserlerin arşiv kaydını yaptım. Tam otuz sene önce. Onu söyleyebilirim. Onun dışında da dışarılarda stüdyo işi çalışmıyorum. TRT'de olmanın tabii ki çok büyük farkı var. CRR’de olmak sadece konser günü ile kaim. Yani o gün orada o konser var ve bir daha onun tekrarı yok. TRT’de yaptığımız işin periyodu otuz yıl, kırk yıl, kurulduğundan beri var. Biz bunlara “emisyon” diyoruz. Sololar var. O solist gidiyor, bu saz değişiyor ama burada yine de rutin bir işleyiş var ve bu hiç bitmiyor. Dışarıdaki konserlerin türü değişiyor, cinsi, cibilliyeti değişiyor. Orası bir konser salonu, konser salonunda konseri kaydediyoruz. Biz TRT’de geleceğe yönelik çalışıyoruz. Bizim gayemiz en doğruyu bulup, o doğruyu ölümsüzleştirmek. Ama CRR’deki bir konser için evet çok büyük sanatçılar geldi, o devrin çok büyük orkestraları, operalar, operetler… Orada piyano resitalleri, senfoni eserleri gibi bir sürü değişik türde konser kaydettim ama onlar neticede konser. Bir daha tekrarı yok. Orada konseri ölümsüzleştiriyorsunuz. Konserin fotoğrafını çekiyorsunuz, ses fotoğrafını… Ama buradaki fotoğrafımızda işleyiş ve periyot aynı, sazlar, sesler… Vakti gelenlerin ayrıldığı, trenden indiği, istasyona gelip emekli olma, ölüm gibi şeyler olsa da bu çark devamlı dönüyor ve biz de bu çarkı döndürmeye çalışıyoruz. Buranınki konservatif bir çalışma. Burada yaptığınız işi nesiller sonrasına bırakabilmek için bu çabamız ve ben TRT’nin bu anlamdaki misyonunu çok ciddi derecede benimsemiş bir insanım. Bu doğruluğa çok inanmış bir insan olarak bu heyecanımı hala sürdürebiliyorum. Yani konserve edebilmek, saklayabilmek amacıyla işler yaptığımız için konserden farklı bizimki. Konserde yanlış bir şey çalıp geçebilir sanatçı, ama burada yanlış bir şey olursa biz onu kayıtlarda durdurur en doğru şekline çevirttiririz. Daha sonraya saklayacağımız için.

Bugüne kadar kaç kayıt yapmışsınızdır? 

Başlayıp bitmeyi biz bir kayıt olarak kabul ederiz.  Ayda yüz elli kayıt mutlaka, ki ben kendime ayrıca işler de çıkarırım, yılda yaklaşık iki bin ve toplamda yaklaşık altmış, yetmiş bin kayıt diyebiliriz.

Peki, çalıştığınız sanatçılardan biraz bahseder misiniz? Bugüne kadar kimlerle çalıştınız ve bunlar içerisinden sizi en çok etkileyen isimler kimlerdi?

Bu çok uzun olabilir, ama kısaca anlatmak isterim. Birincisi, her zaman söylediğim gibi şu an bu röportajı yaptığımız stüdyoya ismini veren Nida Tüfekçi. Hem hocam oldu, hem onunla burada çalıştım ve onun müzik disiplininden çok etkilendim. Okulun dış kapısından girdiğini biz aşağıdan haber alırdık, üstümüze çeki düzen verirdik.  Fazıl Say’ın söylediği gibi, bir piyano eseri otuz beş bin, kırk bin notadan oluşuyor. Tek bir notayı yanlış basamazsınız. Müzik çok büyük bir disiplin işidir, çok büyük… Bu disiplini bana öğreten, asla bundan taviz vermemem gerektiğini anlatan, bana bunu ilk öğreten Nida Tüfekçi'dir. Onunla yıllarca çalıştım ve ondan çok şey öğrendim. Hâlâ manevi şahsından, duruşundan, takım elbisesinden, yürüyüşünden, ani gülmeyişinden, ani kızmayışından, adamlığından hala çok şey öğreniyorum. Fevkalâde bir usta, fevkalâde müthiş bir insandı… Sonra Alâeddin Yavaşça... Benim konservatuarda kendisinden çok şey öğrendiğim, Türk müziğini bana öğreten hocalarımdan…  Onunla da burada uzun yıllar çalıştık.  Hocam olmayıp da kendisi ile burada çalıştığım Tülin Korman, İnci Çayırlı, bana konservatuarda Türk müziği repertuarını, o naifliği, musiki zevkini, bilgisini, makam seslerini öğreten, annem gibi sevdiğim, hala hayranlık duyduğum, dünyaları öğrendiğim hocamdır.  Sonra kendi branşım olmamasına rağmen, ki ben “benim branşım şudur” diyemem, ben müzik adamıyım, Süheyl Denizci... TRT’nin ilk Big Band Caz Orkestrasının şefi. Hayatımda kaydını yapmadığım enstrümanların kaydını onunla çalışarak yaptım. TRT’de çok iddialı şeyleri onunla yaptık. Sonra Neşet Ruacan. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi caz gitaristlerinden birisidir.  Kamil Özler, hem konservatuarda hocamdı, burada da yıllarca çalıştık, klarnet, gitar ve orkestra şefiydi. Mazhar Fuat Özkan’ın Fuat’ı. Dört yıl burada bir televizyon programında beraber olduk. Onun programına gelen popüler isimleri sayamayacağım, çünkü gelmeyen kimse yoktu. Fuat Güner, adamlığından, müzikalitesinden, müzik disiplininden çok şey öğrendiğim büyük bir dostum, çok kıymet verdiğim bir ustadır…  
Turan Engin… Turan Engin bende kapanmayacak izler açmış, gönlümün gizli kalmış her yerini ortaya çıkaran duygu adamı… Efsane bir adamdı. Benden yaşça çok büyük olmasına rağmen çok aziz, çok muhterem bir dostumdu. Çok muhteşem bir insandı. Onunla yıllarca çalışmış olmak… Yani repertuarını getirdiğinde “bunda uzun hava yok, kaydetmiyorum, uzun hava okuyacaksın” diyebileceğim kadar samimiyeti olan bir insandı… Şahin Gültekinleri mi sayayım? Sonra halk müziği dalında ilk profesörlük unvanını alan Can Etili… Hem konservatuarda hocamdı hem de burada yıllarca çalıştık. Alâeddin Şensoy. Muhteşem bir adamdı. Oğlu Hakan Şensoy, keman sanatçısı, konservatuardan arkadaşım.  Çok isim ayırmak istemiyorum ama dışarıdan, radyo bünyesinde olmayan insanlarla buraya geldiklerinde çok değişik müzik türlerinde, onların kayıtlarını yaparak, çok eskiye dayanan köklü bir arkadaşlık, dostluk kurduk… Bir arada müzik üretmediğim, çalışmadığım hemen hemen kimse kalmamıştır.  Fakat bunlar bende çok iz bırakanlar ve onları hiçbir zaman unutamam. Çok etkili oluyorlar. Bizim yolumuzu aydınlatan insanlar bunlar… Ve şunu düşünerek geldim ben bu günlere, bu insanlar gelecek burada bu türküyü çalacak, söyleyecekler… Ali Ekber Çiçek Haydar Haydar’ı burada belki elli defa çaldı, ben kaydettim. Bunlar bunu çalacaklar ben kaydedeceğim. Nesiller sonrasında birileri bunu fark edecek, dünya bunu biliyor… Ben Avrupa’nın başka yerlerine gittiğimde, kimliğimi gösterdiğim zaman bir Türk ve tonmayster diye şaşırıyorlar. Türkiye’de kimse bunu bilmiyor. Bunu şuna benzetebiliriz; Kılıç balığı okyanusta çok zor yakalanan bir balık çeşididir. Yakalamak için kıyıdan kilometrelerce açılıyorsunuz. Çok inatçı bir hayvandır. Bir iki kilometre ip salıyorsunuz. Büyük bir mücadele ile onu yakalıyorsunuz. Onu bir restorana getiriyorsunuz. Dünyanın en iyi aşçıları onu en iyi ocaklarda pişiriyorlar. Masaya servis ederken garson dikkatsizliğinden dolayı tabağı elinden yere deviriveriyor. Oradaki herhangi bir sokak kedisi, köpeği, bir martı o kılıç balığını kapıp götürüyor. Emeği zayi etmek çok acıtıcı bir şey...Birilerinin size teslim olduğunun bilincinde olmanız gerekiyor. Buradaki müzisyenler, müzik emekçileri sesi, sazı buraya gelip, eseri çalıp, icra bittiği anda bize dönüp “oldu mu?” diyorlar. “Hayır, ikinci kıtanın şu sözü yanlış, şuraya dikkat edelim, şurada akortlarınız bozuk, burayı böyle çalmayın” gibi düzeltmeler yapıyoruz. Çünkü nesiller sonrasına verilecek hesabı bugün ödüyorum ben… Bunun bilincindeyim.

Bu meslek için iyi bir müzik kulağına sahip olmak, işin teknik kısmını çok iyi bilmek ve çalışılan kurumun felsefesine hâkim olmanın dışında insan iletişimi adına neler söylemek istersiniz? Aslında teknik yönü çok ağır basan bir meslek olmakla birlikte, insan ilişkilerinde kabiliyetli ve başarılı olmak bir tonmaystere ne kazandırır? Örneğin, yayın sırasında çıkabilecek kriz durumları ile nasıl baş ediyorsunuz?

Otuz bir yıldır her türlü müziğin kaydında, her türlü sanatçının duygusunu hayata geçirmekte görev almış birisi olarak söylüyorum, bu kitapların yazdığı, elle tutulabilen, pazardan, çarşıdan alınıp insanın bedenine eklenebilen bir şey değil. Bu tastamam ustalık… Ben bunu kendim için söylemiyorum, tonmaysterliği anlatmaya çalışıyorum. Ustalık da tecrübeden geçiyor. Bunun gibi nice olaylar… Evladını kaybetmiş, ölüm izninden dönmüş ağabeylerimiz oldu. Oğlu boğulmuş, burada çalınan türkü “çaya da düştü tutamadım elini” herkes ağlıyor… Benim ağlama şansım yok!  Ben burada işin yine mistik ve inanç tarafına dönüyorum. Ben Allah tarafından seçilerek bu görevi ifa etmek üzere gönderildiğime inanıyorum. Bana ait bir şey değil. Bir canlı yayında herkes ağlayabilir, herkes şaşırabilir, herkes düşebilir ama ben düşemem, ben bayılamam... Beynim beni bu şekilde kodlamış. TRT kurumunda milyonlara yayın yaparken, yüz kişilik bir sanatçı topluluğu benim iki parmağımın ucundan geçiyorsa ben bayılamam, düşemem. Bu sorumluluğun bilincini her gün üzerine bir gıdımcık daha koya koya, bugün ciddi krizleri yönetebilecek kadar usta seviyesine geldiğimin farkındayım. Bunlar ancak yaşanarak öğreniliyor. Ben duygusuz biri değilim. En az onlar kadar duygulanıyorum ama profesyonel tarafım duygularımın üzerine basıp “sen bunu bu an yaşayamazsın” diyor. Ben yayını bitirene kadar bunun etkisinde kalmayıp akşam evde yayının tekrarını dinlediğimde o zaman normal bir vatandaş olarak dinlerken inanın hüngür hüngür ağladığım oluyor. O sahneleri hep gözümün önünden geçiriyorum.  Çok sevdiğimiz, yıllarca birlikte çalıştığımız ağabeylerimizle, ablalarımızla bize bu ekmeği yediren, yedirmek için hayatlarını bize adamış hocalarımızla burada beraber çalıştık. Onlarla bu stüdyolarda müzik yaptık, ben onların çoğunun cenazesini bu stüdyodan çıkardım… Bu sevgi, bu muhabbet, insan olmanın en büyük erdemidir diye düşünüyorum. Benim bu duygularım basit, mekanik, elektronik dirençler üzerinden geçmiyor. Kalbimin aşkı, yüreğimin sevdası, bu işe olan muhabbetim izleyiciye gitsin, kaydettiğimiz şeyler biz öldükten sonra bile bu ulusun malı olsun, onlar bunu tepe tepe kullansınlar diye sorumluluğu büyük olan bir iş yaptığımı biliyorum. 

Sizin yanında yetiştiğiniz tonmaysterler var mı? Onlardan biraz bahseder misiniz?

Şunu söyleyebilirim ki, İstanbul Radyosu'nda otuz bir yıldır çalışan bir tonmaysterim. On beş senedir buranın şef/baş tonmaysterliğini yapıyorum. Benden önce üç-dört büyüğümüz, tonmaysterimiz vardı. Ondan önce de burada yine üç-dört tonmayster olduğunu biliyorum, birisi benim armoni hocamdı. İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası'nın şefi Demirhan Altuğ’du. Bir tanesi de Türk Müziği Nazariyat hocamdı okulda, Yavuz Özüstün. Bunların hepsi, gerçekten konuşurken boğazımın düğümlendiği, bu ülkenin yüz akı olan, tarif edemeyeceğim insanlardı. Benim müzikalitem, eğitimim, bilgim, terbiyem o ikisini bu ülkede yaşayan insanlara anlatmak için çok kifayetsiz kalır… Çok mahcup olurum, onları ben bile anlatamam…O insanların oturduğu makamda oturarak, bu ülkede bizi koyunlarını güderken dinleyen çobanlara, arabasında müşteri taşıyan taksi şoförüne, soğanı kavururken yakmadan bizi dinleyen ev kadınına, akşam uykusu kaçmış öğrenciye ve ülkemin hiç tanımadığım ama hepsini büyük bir vefa borcuyla, büyük bir muhabbetle sevdiğim insanlarına, bunu en doğru nasıl yapabileceğimizin savaşını veren, onun için çırpınan, uykularını kaçıran bir insanım…Biz buraya geldiğimizde İstanbul Radyosu'nda yıllarca emek vermiş, bu kültüre bizden önce hizmet etmiş ustalarımız, ağabeylerimiz vardı.  Başta Muzaffer Yönden... Kaval ve mey sanatçılığından tonmaysterliğe geçmiş bir ağabeyimiz. Tevfik Kılnamaz diye bir büyüğümüz, Türk müziği üzerine daha hâkim olan bir de Rafet Yalbaz diye bir ustamız vardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin Bağdat’a, Bağdat Konservatuarı'nın kuruluşunda eğitimine katkı sağlamak üzere gönderdiği beş büyük hocadan birisidir kendisi. Türkiye’nin çok yükselen bir değeriydi Rafet Yalbaz. Piyano çalan bir ağabeyimizdi, onunla yıllarca çalıştık. Onun mesleki ve insani ilişkilerinden çok şey kazandığımı söyleyebilirim. Demirhan Altuğ, aynı zamanda İstanbul Senfoni Orkestrası'nın şefiydi. Yani bakın bu işi kimler yapmış. Eğer tonmaysterlik bugün birileri tarafından tanınmıyorsa, bilinmiyorsa, bu iş azınlığa inmişse bunu şuna benzetebilirsiniz. Dünyanın en iyi yolcu uçakları üretildiği an onar-yirmişer tane alırsınız. Ama onları uçuracak pilotlarınız olmaz…Çok yazık olur o uçaklara. Evet, var uçağınız, uçuramıyorsunuz. Biz kaba bir tabirle müzik yolculuğunda o müzisyenleri, müzik emekçisi sazları, sesleri uçuran bir pilot gibiyiz. 

Peki, şu an TRT’de yanınızda yetişmekte olan genç tonmaysterlerle aranızda nasıl bir ilişki var?  Onlara hangi kavramları aktarmaya çalışıyorsunuz? 

Benim yaşım elli dokuz ama ben, benim evladım yaşındakilerden daha geç yorulurum, daha geç kızarım. Daha geç sabrım taşar. Bir inanç meselesi bu… Burada hâlâ çalışıyor olma sebeplerimden biri de bu, benim gibi düşünen insanları bu topluma kazandırmaya çalışmak. Benim yapmaya çalıştığım, eskiden kalmış, bize intikal etmiş emanetleri bizden sonrakilere miras olarak, emanet olarak bırakabilmek… Bugün bu ülkedeki insanlar bunu bilemeyebilirler, fark edemeyebilirler.  Ama insanların, yakınlarının kırk mevlidinde okudukları ilâhiler, âşık olduklarında söyledikleri, kızlarının düğün öncesindeki kınalarında okunan, oğlunu askere göndermiş bir anne-babanın duygularını yansıtan türküler yaşasın diyedir çabamız… Bir gün eninde sonunda bütün insanların buna ihtiyacı olacaktır. Her ülkeye uygulanan, uygulanmaya çalışılan bir kültür erozyonu var. Bu ülkeler buna ne kadar direnirse, kültürleri o kadar kuvvetli kalır. Türkülerde şarkılarda her şey var. Şarkının birinde bir besteci, bir güftekâr şöyle söylüyor: “Biçare gönlüm, buna boş yere bi çare arar”… Benim ömrüm bunu anlamaya, anlatmaya yetmedi, varın siz bununla uğraşın.  Aslında çok basit, çaresizim, çaresiz gönlüm bu çaresizliğine boşuna çare arar… Ama o kadar büyük bir sanat var ki… Bugün kullanılan Türkçe bozulmuş. Tarih boyunca dilimize bir sürü yerden kelimeler girmiş. Ama türkülerimizin, şarkılarımızın içinde böyle çok fazla yabancı kelime yok. Demek ki bu bize ait değerlerin yayılması, korunması lazım… Çünkü o türkülerin içinde babaanneleri var, dedeleri, amcaları, kız kardeşleri var. Askere gitmemiş, doğmamış oğulları var. Yani “Burası Yemendir” veya “Çanakkale içinde” deyince herkesin gözleri dolar. Bunlar bu toplumun yaşayan duygularıdır, değerleridir. Gelelim tonmaysterliğin bu duygularla bezenmiş insanlar tarafından yapılmasına… Meselâ bugün bir sanatçı geldi ve bir türküyü okuyor. Tonmayster bu türkünün aslını, orijinalini bilip sanatçıya doğrusunu okutturmaya çalışmalı. Aslında tonmaysterin bunu yapmasına gerek kalmadan okuyan sanatçının popülizmden uzak, bunun orijinalini nasıl koruruz diye düşünmesi gerekir. Bana diyorlar ki, “aman canım, ne bu aynı şarkıları türküleri tekrar okuyup duruyorsunuz?” Böyle bir şey olabilir mi? Bu şöyle demek gibi, “geçen sene Beşiktaş şampiyon oldu, bu sene oynamasın.”  Öyle saçma şey olur mu? Veya kalabalık bir aile meclisine giren bir aile büyüğüne kendinden yaşça küçük torunları, evlatları hiçbir saygı göstermesinler,  “Dede ya, kırk senedir sen her geldiğinde ayağa kalkıyoruz, bu sefer de kalkmadık” demek gibi... Sevgi, saygı, kültür yaşayan bir organizma gibidir. Onun bir nefesini keserseniz, ölür. Öldürmemek gerekir… Biz bu işin farkında olan taraftayız. Çok küçük bir azınlığız. Koca İstanbul Radyosu'nda, son katılan arkadaşlarımızla altı kişilik bir ordu. Ankara Radyosu'nda yedi, İzmir’de üç. Yani düşünebiliyor musunuz? On beş-on altı kişi TRT bünyesinde böyle bir savaşı vermeye çalışıyorlar. Bir de tonmaysterlik, mühendislik kadar keskin hatları olmayan bir şey.  Konusunun en iyisi olan sanatçı, eseri yorumlarken bir hata yapıyor ve hata yaptığının farkında değil. Ben onu durdurup burası böyle değil demeliyim. Bu müthiş bir dikkat, müthiş bir bilgi gerektiriyor. Benim inandığım şey budur. 
Beni yetiştiren konservatuar hocam, şu an içinde bulunduğumuz stüdyoya da adını veren Nida Tüfekçi’ye aksayan her şeyi hiç acımadan söylerdim. Hatta isyan noktasına getirmişimdir hocamı, ama aldığım eğitim ve onların beni yetiştirme şekli budur.

Siz hocanızı icra esnasında uyarabiliyor muydunuz?

Kesinlikle. Kendisi burada bağlama çalardı.

-Hocam bu türküdeki perdeleriniz iyi değil.
-Bakalım…
Yapıyorlar.
-Hocam hâlâ iyi değil.
Bir daha yapıyorlar…
-Hocam hâlâ iyi değil. Şu sol’e bakalım. Fa diyezleriniz tutmuyor. Hocam bunu böyle mi çalacaksınız? Notası böyle değil?
-Eh, yeter! dedi.
Hiç etkilenmedim, çok üzüldüm, kıpkırmızı oldum ama yanlışı doğru diye kabul edip geçmedim. Hatta nur içinde yatsın, dışarı çıktığımızda “sen bana bakma, bildiğine devam et” dedi. Zaten ne derse desin ben bildiğimi yapacaktım… TRT kurumunda tonmaysterliğin etki ve yetkileri gerçekten çok ciddi boyuttadır. Müziğe çok büyük boyutta katkısı vardır, sadece TRT’de değil bütün dünyada… İyiyi de, kötüyü de yapan biziz…Sanatçılar ne kadar iyi olursa olsun, onların varlıkları bizim parmağımızın ucundaki dokunuşlara bağlı…Kalbimizle, beynimizle, kulağımızla dokunduğumuz estetik anlayışımızın yansımasıdır sizlere.

Meslek hayatınızı geçmişten bugüne nasıl değerlendirirsiniz? Bu kadar yıllık tecrübeden sonra şu an geldiğiniz seviyeyi nasıl anlatırsınız?

Ben bir şey söyleyemem ama bunu bir fıkrayla anlatabilirim. Bir papağan müzayedesinde zengin bir adamı gezdiriyorlar ve papağanları tanıtıyorlar. Bu papağan üç yüz bin dolar, bu dört yüz bin dolar İngilizce-Fransızca konuşabilir, bu beş dil, bu yedi dil bilir diye tek tek anlatıyorlar... Bir köşede de benim gibi bir ihtiyar var. Tüysüz müysüz orada öylece oturuyor.” Peki bu?” diyorlar. “Onun fiyatını biz belirleyemedik efendim” diyor müze sahibi. “Ne işi var peki burada?” diye soruyor adam. ” Valla biz de bilmiyoruz, getirdik ama onun fiyatını koyamıyoruz” diyor. “Ne özelliği var peki?”  “Özelliğini bilmiyoruz ama burada bu kadar özellikli papağan ona ‘hocam’ diyor.” Burada, bu kadar özellikli insanın toplandığı bir yerde biz diğer tonmaysterlerle usta pozisyonunda yer alıyoruz. Ancak bizim işimizde son güne, son ana, son saniyeye kadar öğrenmeye devam ediyorsunuz. Ben hâlâ öğrenmeye devam ediyorum. Hâlâ birçok şeyi bilmiyorum. Hâlâ çok eksiğim. Dünya müziklerini öğrenmeye çalışıyorum… Atalarımızın bize söylediği gibi; acele etme, bir söyle, iki dinle... Bir ağzın var, iki kulağın var. Ben de dinleyerek, duyarak hayatımı kazanan biri olduğum için bilmediğim her şeyi dinleyerek öğrendim. Bu atasözü bizim mesleğimiz için en kıymetli sözlerden birisidir.

Mesleğin zorluğu bakımından neyi söyleyebilirsiniz?

Kulak, doğanın verdiği en mucizevî emirle duyu organları içerisinde vücudun kontrol edemediği tek duyu organıdır. Çok ışık gelir gözünüzü kısarsınız, acı bir biberi yemezsiniz, soğuk bir demiri tutmazsınız, güneşte kalıp derinizi tahriş etmezsiniz, kötü bir koku varsa burnunuzu kapatırsınız. Ama kulağınıza gem vuramazsınız… Beyin duyduğu sesleri devamlı veriye çevirir. Bu da beyni çok yoran bir şeydir, bunun için yorulur, yıpranır. O yüzden tonmaysterler belli bir saat ve belli bir desibelin üstünde çalıştırılmazlar. Çünkü ondan sonra evlerinin yolunu, arabalarının renklerini bile bilemezler. Gençliğimde bu durumu gerçekten yaşadığımı samimiyetimle söyleyebilirim. 

Şu an en başa dönseydiniz yine aynı mesleği tercih eder miydiniz? Ya da şu an geçmişe dönsem mesleğimle ilgili şunu daha farklı yapmak isterdim diyebileceğiniz bir şey var mı? 

Bundan on iki-on üç sene önce sanki hayatımın kırılma noktası gibiydi. Ondan önce ben de birçok insan gibi bunları çaresizlik içerisinde bunları söylüyordum.  Ama bütün bunların boş olduğunu on iki-on üç sene önce öğrendim. Babam rahmetli derdi ki, “bir insanın başına gelen ne ise, hakkındaki en hayırlı şey o şeydir”. Hayatımdan belli bir süre önce “keşke” kelimesini çıkardım. Çünkü aslında keşke diye bir şey yok.  “Yahu bu ikinci köprüye nereden girdim, keşke birinciden gitseydim”… Girdin! Girdin artık. Oradaki mutsuzluk, oradaki stres, oradaki söylem seni bitiren bir şey... Geleceğini değiştiremezsin. Sadece hayal edebilirsin, isteyebilirsin ama onu kuramazsın. Geçmişini hiç değiştiremezsin. Şu an başına gelen her ne ise, o senin hakkındaki en hayırlı şeydir. 

Peki, yayıncı olmak isteyen genç iletişimcilere neler tavsiye edersiniz?

Çok heyecanla babanız elinizden tutar. Bir kış günü sizi götürür, bir yerden basit bir kızak alır. Ama İstanbul’da sizin canınızın istediği zaman kayabileceğiniz kadar kar olmaz. Siz sabırla bir dahaki kışı beklersiniz. O kış hiç kar yağmaz. Beş sene, on sene, çocukluğunuz geçer, ama kar yağmaz...
 Siz ”acaba ne zaman bu kızağı kullanacağım ben” diye düşünürken o kızağa sığmaz hale gelirsiniz. Ama önemli olan Sarıkamış’ta doğmuş olup gece gündüz kaymak değildir. Önemli olan o kızağın hayaliyle yaşayabilmektir… Çünkü bir gün kar yağacaktır. Normal şartlarda kışın kar yağar. Eğer kışın kar yağmıyorsa, şartlar normal değildir. İletişim fakültesindeki, ben biraz daha genişleteyim, gazeteci olup, radyocu, televizyoncu olarak tanımadıkları insanlara hizmet etmek isteyen her bir sınıftaki insan beraber bir işin birer parçasıdır. Büyük bir resmin birer parçasıdır. Puzzle parçası gibi. Onlara en büyük tavsiyem şu olur; şartlar bugün sizin istediğiniz gibi olmayabilir. İstediğiniz haberi yazamayabilirsiniz, yazdığınız haberi okumazlar, yazdığınız kitabı beğenmezler, anlamazlar. Onlarla iletişim kuramayabilirsiniz ama kış gelir kar yağarsa mutlaka o kızak ortaya çıkacaktır… Önemli olan bir şeylere sahip olmak, o karda buzda düşmeden yürüyebilecek kadar iyi bir hazırlık devresi geçirebilmektir…Yaz da gelir, kış da gelir… Benim kastetmek istediğim, insan bir işin içine girdiği zaman istediği şartları bulamayabilir ama bir gün her şey normalleşecektir. Bahar bekleniyorsa bahar, kış bekleniyorsa kış gelecektir.

NOT: Türk Dil Kurumu sözlüğünde tonmayster sözcüğünün Türkçe karşılığı "ses yönetmeni" olarak ifade ediliyor.