Gazeteci Çiğdem Yılmaz: O kadar fazla acıya tanıklık ettim ki, yaşanan çaresizliği iliklerime kadar hissettim
12.04.2023 13:07

Gazeteci Çiğdem Yılmaz: O kadar fazla acıya tanıklık ettim ki, yaşanan çaresizliği iliklerime kadar hissettim


Röportaj: Melike Çakır

Kahramanmaraş merkezli depremler sadece depremin hasar verdiği illeri değil tüm Türkiye’yi derinden yaraladı. Gün geçtikçe depremin izleri silinse de tüm ülke için kapanmayacak yaralar açıldı. Sadece depremzedeler değil, bölgede görev yapan arama kurtarma ekipleri, sağlık görevlileri ve gönüllüler de en az depremzedeler kadar etkilendiler yaşananlardan. Depremin ilk anından itibaren yaşanan felaketin boyutlarını hem Türkiye’ye hem de dünyaya gösteren gazeteciler deprem bölgesinin sesi oldu adeta. Milliyet gazetesi haber araştırma muhabiri Çiğdem Yılmaz da bölgede yılmadan çalışan gazetecilerden biri. İşte Çiğdem Yılmaz’ın gözlemleriyle aktardığımız deprem bölgesi söyleşimiz.

Kendinizden bahseder misiniz?

Marmara Üniversitesi Gazetecilik bölümünden mezun oldum. Üniversite son sınıftayken Milliyet gazetesinde çalışmaya başladım ve 8 yıldır Milliyet gazetesinin haber araştırma servisinde muhabirlik yapıyorum. Sekiz yıllık görev süremde birçok toplumsal olayı yerinde takip ettim. Elazığ Depremi, İzmir Depremi, Düzce Depremi, Karadeniz'deki sel felaketleri, Antalya-Muğla yangınları, Kemal Kılıçdaroğlu'nun Adalet Yürüyüşü gibi haberler yaptım. Bu haberlerin yanı sıra dört kez haber yapmak için Suriye'ye de gittim ve 6 Şubat'taki Kahramanmaraş merkezli depremler gibi birçok yerde aktif olarak çalıştım. 

Neden bu alanda çalışmayı tercih ettiniz?

Mesleğe başladığımda şu ya da bu alanda çalışacağım diye bir lüksüm yoktu. Çünkü mesleki anlamda herhangi bir tecrübeye sahip değildim. Haber araştırma servisinde çalışmam tamamen tesadüftü ancak böyle olmasaydı da kesinlikle bu alanda çalışmak isterdim. Bu alanda çalışmamın en büyük avantajı da sürekli öğreniyor olmak.

Deprem bölgesinde süreç nasıl ilerledi, siz hangi şehirlere gittiniz?

Depremin hemen ardından gazetedeki muhabirler ve foto muhabirleri deprem bölgelerine gönderildi. Ben ve foto muhabiri arkadaşım Cemal Yurttaş da Hatay'a gönderildik. Depremin ikinci gününden itibaren dokuz gün boyunca Antakya'da çalıştım ve Hatay dışındaki herhangi bir şehire gitmedim.

Deprem bölgesinde sizi en çok ne zorladı?

Başta da belirttiğim gibi birçok toplumsal olayı takip ettim ancak 6 Şubat'ta yaşadıklarım bambaşkaydı. Burada hissettiğim çaresizliği hayatımda belki ilk kez hissettim. İstanbul'dan Antakya'ya yola çıktığım andan itibaren Hatay'da yakınları olan arkadaşlarım beni aramaya başladı. Arayanlar enkaz altında kalan yakınları için yardım istiyordu ve ben hiçbir şey yapamadım. Hiçbir şey yapamamak çok zor. İstanbul'da Fatoş diye bir arkadaşım var. Deprem sabahı beni ilk arayanlardan biriydi. Ablasına ulaşamadığını söyleyip ağlayarak yardım istemişti. Ablası İskenderun'da yıkılan binanın altındaydı ve günlerce o enkaza kimse gitmemişti ve ablası enkazdan ölü olarak çıktı. Depremin ikinci ayına gireceğiz ve ben hâlâ arayıp, ‘Başın sağ olsun’ diyemedim. Ablasıyla ilgili paylaşımlarını gördükçe canım yanıyor. Çünkü bir şey yapamadım.

Sizi en çok etkileyen an hangisiydi?

Depremde o kadar fazla şahit olduğum ve unutamadığım durumla karşılaştım ki. Onlardan biri, Antakya'da gece saat bir gibi araçtan iner inmez yerde bir kadın ve çocuk cesedini kaldırımın üzerinde gördüm. O görüntüyü görünce 'neredeyim ben' oldum. Ertesi gün Antakya Devlet Hastanesi'ne gittiğimizde de, hastane bahçesine üzerleri battaniye ile örtülmüş cesetler konulmuştu. Bu cesetlerin arasında yakınlarını arayanların görüntülerini unutamıyorum. Dediğim gibi bunlar gibi onlarca kare var aklımda. Narlıca Mezarlığı'ndaki toplu mezarları da unutamıyorum. Narlıca’daki gördüğüm ilk manzara Sırbistan soykırımındaki toplu mezarların yeniden gözümde canlanmasına neden oldu. Antakya'da gördüğüm her kare başlı başına beni çok etkiledi.

Deprem bölgesinde yaşadıkların size ne hissettirdi?

Depremin 22'inci saatinde Antakya'daydım. Dokuz günde o kadar fazla acıya tanıklık ettim ki, yaşanan çaresizliği iliklerime kadar hissettim. Ailelerin, ‘Seslerini duyduk, yaşıyordu, günlerce ses vardı, konuştuk...’ cümleleri hâlâ zihnimde dönüyor. Kiminle konuştuysam duyduğum şey, ‘Yaşıyorlardı, geç kalındı’ oldu. Depremin ikinci günü Hüseyin Sönmez'in ölen kızı için, ‘Kızımın cenazesi kaybolmasın’ feryadı ve arama kurtarma ekiplerinin, ‘Önceliğimiz canlı vatandaşlarımız’ sözlerini unutamıyorum. Günlerce kayıpların arasında yürüdüm ve ölümün kokusunu artık biliyorum. Daha önce yaşanan birçok depremde de görevliydim ancak Antakya'da şahit olduklarım bambaşka bir şeydi ve bu söylediklerim sadece şahit olduklarımın onda biri. Antakya aklımda koca bir enkaz olarak kalacak.

Çadırkentlerde durum nasıldı?

Depremin ilk dokuz günü oradaydım ve birçok yerde çadır ihtiyacı vardı. Kurulan çadır kentlerden birini de ziyaret etme fırsatımız oldu. İlk günlerde insanlar hâlâ olayın şokundaydı. En büyük sıkıntıları da havanın soğuk olmasıydı. Özellikle geceleri bu sıkıntıyı daha fazla yaşıyorlardı. Başta belirttiğim gibi bizim Antakya'da olduğumuz sürede hâlâ birçok kişinin çadır ihtiyacı karşılanmamıştı.

Yardımlar ve bölgedeki çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yardımların ulaşması noktasında şunu bizzat orada olduğum için rahatlıkla söyleyebilirim, geç kalındı. Bunun birçok sebebi var. En büyük sebeplerinden biri ise koordinasyon eksiliğiydi. Dört beş gün arama kurtarma ekiplerinin ulaşmadığı enkazlar vardı. Bu depremden Türkiye'deki herkesin ders çıkartması gerekiyor.