Doç. Dr. Cem Tutar: Kentlerin geleceği kültürel mirası korumaktan geçiyor
Röportaj: Arda Han Kaya
Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden biri olan “Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar”, günümüz dünyasında şehirlerin geleceğini ve toplumsal yaşamın yönünü belirleyen en kritik başlıklardan biri olarak öne çıkıyor. Artan kentleşme, çevresel sorunlar ve kültürel değerlerin kaybı, bu konunun hem yerel hem de küresel ölçekte daha fazla tartışılmasını zorunlu kılıyor.
Bu kapsamda, kentleşme ve kültürel sürdürülebilirlik üzerine akademik çalışmalara imza atan Üsküdar Üniversitesi İletişim Fakültesi öğretim üyesi Doç. Dr. Cem Tutar ile bir röportaj gerçekleştirdik. Tutar, sürdürülebilirlik kavramının yalnızca çevresel değil, aynı zamanda kültürel bir sorumluluk taşıdığını vurgulayarak, şehirlerin hem doğayla hem de kendi tarihleriyle kurduğu ilişkinin geleceğimiz açısından belirleyici olduğunu ifade etti.
Sizce bir şehrin ‘sürdürülebilir’ olabilmesi için hangi temel özelliklere sahip olması gerekir?
“Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar”, Birleşmiş Milletler’in Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin bir parçasıdır. Bu etiketin kapsamına baktığımızda, sürdürülebilirlik fikrinin iki temel alanda ele alındığını görürüz: biri çevresel sürdürülebilirlik, diğeri ise kültürel sürdürülebilirliktir. Kültürel sürdürülebilirlik kendi içinde ikiye ayrılır. Bir tarafı, maddi kültür ürünlerinin yani kültürel ürünlerin korunarak gelecek kuşaklara aktarılmasını kapsar. Diğeri ise somut olmayan kültürel mirastır. Bu, maddi olarak elimizde bulunmayan ama kuşaktan kuşağa aktarılan değerleri, gelenek ve görenekleri, dili ve folklorik unsurları içerir. Dolayısıyla sürdürülebilirlik kavramı, iki temel başlık altında şekillenir: doğal çevreyle kurulan ilişki ve kültürel değerlerin korunması. Kültürel alanda da bu iki yön, yani maddi ve maddi olmayan kültürel varlıklar, sürdürülebilir şehir anlayışının temelini oluşturur.
Hızlı kentleşme, şehirlerin sürdürülebilirlik hedeflerini nasıl etkiliyor?
Hızlı kentleşme, bir önceki soruda bahsettiğimiz üç temel alan üzerinden etkisini gösteriyor. İlk olarak, doğal çevre ve doğal kaynaklar açısından bir sorun oluşturuyor. Çünkü doğal kaynaklar sınırsız değildir. İnsanların ihtiyaçlarıyla doğal kaynaklar arasındaki denge, iktisat biliminin de temel konularından biridir. Şehircilik ve kent alanları genişledikçe, özellikle modern kentlerden metropoliten alanlara geçtikçe doğal kaynaklar tehdit altına giriyor. Bunun içinde su kaynakları, çevresel iklim sorunları ve kimyasal atıklarla doğal çevrenin kirlenmesi de yer alıyor. Türkiye’de yaz aylarında birçok şehirde yaşanan su sıkıntısı bunun en somut örneklerinden biridir. İkinci olarak, kültürel alanda bir sorun söz konusudur. Her kentin kendine özgü bir maddi kültürel yapısı vardır; evleri, sokakları, caddeleri o kentin kimliğini oluşturur. Bu özgün mimari dokunun korunması gerekir. Örneğin, Fas veya Kuzey Afrika’daki kentler, mimari yapıları sayesinde biricik özellik taşır. Fakat metropol alanlara geçildikçe bu dokular kaybolmakta ve kentlerin otantik karakteri silinmektedir. Bir diğer önemli konu ise somut olmayan kültürel mirastır. Bu, insanların gündelik yaşam pratiklerini kapsar. Örneğin, dilsel pratikler, bayramlaşma biçimleri veya iletişim tarzları gibi davranış formları bu mirasın parçasıdır. Kent, aynı zamanda bir “kentlilik bilinci” oluşturur. Ancak kentler büyüdükçe, taşra ve şehir kültürü birbirine karışmakta, bu da kent kimliğinin zayıflamasına neden olmaktadır. İstanbul örneğinde, Edirne’den Gebze’ye, Tekirdağ’dan Bursa’ya kadar genişleyen metropol yapısı hem doğal çevreyi hem de kültürel mirasın korunmasını tehdit eder hâle gelmiştir. İstanbul’un kendine özgü konuşma biçimi, ‘İstanbul Türkçesi’ dahi günümüzde dijitalleşmenin ve kentleşmenin etkisiyle neredeyse kaybolmuştur.
Toplumun bilinç düzeyi, sürdürülebilir şehir politikalarının başarısında sizce ne kadar etkilidir?
Toplumun bilinç düzeyi bu konuda son derece belirleyicidir. Şehircilik alanındaki sürdürülebilirlik politikaları öncelikle yerel yönetimlerle ilişkilidir. Yerelden merkeze doğru işleyen bir süreç vardır. Yerel yönetimlerin güçlü olması, belediye hizmetlerinin etkinliği ve mahalle sakinlerinin kendi yaşadıkları bölgeye ilişkin duyarlılık göstermeleri sürdürülebilirliğin temelini oluşturur. Gelişmiş ülkelere baktığımızda, sivil toplum kuruluşlarının bu alanda çok etkin olduğunu görürüz. Yerel halk bu kuruluşlarda yer aldığında, doğal kaynakların ve kültürel değerlerin korunması çok daha kolay hâle gelir. İstanbul örneğinde ise cadde ve sokaklardaki aşırı tabela ve reklam kirliliği, bu bilincin yeterince gelişmediğini gösterir. Oysa yurt dışında kültürel dokunun ne kadar titizlikle korunduğunu görmek mümkündür. Bu nedenle sürdürülebilirlik mikro düzeyden başlamalı ve mahalleden merkeze doğru ilerleyen bir farkındalık süreciyle desteklenmelidir.
Yeşil alanların, toplu taşımanın ve geri dönüşüm sistemlerinin sürdürülebilir yaşam üzerindeki önemini nasıl değerlendirirsiniz?
Doğal çevre, sürdürülebilir kentsel yaşamın en önemli unsurlarından biridir. Birleşmiş Milletler’in “Sürdürülebilir Şehirler ve Topluluklar” hedefi içinde de karbon emisyonunun azaltılması, toplu taşımaya teşvik ve elektrikli araçların yaygınlaştırılması gibi başlıklar yer almaktadır. Bu konular, ülkenin ekonomik gelişmişliğiyle de doğrudan ilgilidir. Çünkü hâlâ birçok kişi petrol bazlı yakıt kullanan araçlara bağımlıdır. Egzoz gazı gibi çevresel etkiler, doğal çevre kirliliğini artırmaktadır. Bunun yanında gündelik yaşamda atıkların doğru şekilde ayrıştırılması ve geri dönüşüm bilincinin yerleşmesi de büyük önem taşır. Ben aynı zamanda Üsküdar Kent Konseyi Yürütme Kurulu üyesiyim. Üsküdar Belediyesi ve bazı STK’lar, evsel atıkların ayrıştırılmasıyla ilgili çeşitli projeler yürütüyor. Ancak bunlar henüz pilot uygulama düzeyinde kalıyor. Batı ülkelerinde ise bu sistemler oturmuş ve uzun yıllardır uygulanıyor. Dolayısıyla biz bu sürecin henüz başındayız. Bu konuda üniversitelerin, yerel yönetimlerin ve halkın iş birliği içinde olması; farkındalık çalışmalarının artırılması gerekmektedir.
Teknolojinin gelişmesi, şehirleri daha sürdürülebilir hâle getirmek için nasıl kullanılabilir?
Teknoloji bu konuda büyük bir fırsat sunuyor. Singapur, bu alanda örnek gösterilebilecek şehirlerin başında geliyor. Kent yönetim sistemine teknolojiyi entegre ederek, sürdürülebilirlik konusunda önemli ilerlemeler kaydetmiş durumdalar. Bizde ise yerel yönetimlere seçimle katılım sağlanıyor, ancak seçimden seçime halkın etkisi sınırlı kalıyor. Oysa dijital altyapılar sayesinde vatandaşların talepleri ve beklentileri sürekli olarak toplanabilir. Belediyeler, dijital sistemler aracılığıyla halkla daha etkin iletişim kurabilir. Ayrıca dijitalleşme sadece yönetişim açısından değil, çevre açısından da katkı sağlar. Eskiden ofislerde tonlarca kâğıt israf edilirken, şimdi akıllı yazılımlar sayesinde işler dijital ortamda yürütülüyor. Bu hem kaynak israfını azaltıyor hem de karbon ayak izini küçültüyor. Teknolojik sistemlerin geri dönüşüm alanlarıyla ilişkilendirilmesi, sürdürülebilirliğe çok daha büyük katkı sağlayacaktır.
Toplum içinde dayanışma, paylaşım kültürü ve gönüllülük gibi değerler, sürdürülebilir toplulukların oluşumuna nasıl katkı sağlar?
Bu değerlerin tümü, “maddi olmayan kültürel miras” kapsamındadır. Günümüzde şehirler büyüyor, teknoloji gelişiyor ancak insan ilişkileri zayıflıyor. Özellikle metropol hayatında insanlar arasında iletişim giderek azalıyor. Beyaz yaka çalışma biçimleri ve hizmet sektöründeki yoğunluk, toplumsal yalıtımı artırıyor. Oysa geçmişte insanlar birbirlerini tanır, güven duyar, mahalle kültürü içinde bir dayanışma ortamı oluştururdu. Ben 38 yıl İzmir’de yaşadım; Konak’ta, Alsancak’ta insanlar birbirine selam verir, iç içe yaşardı. Bu, toplumu bir arada tutan en önemli bağlardan biriydi. Günümüzde ise insanlar birbirine yaklaşmaktan çekiniyor, iletişimi risk olarak görüyor. Buna rağmen gelecekte bu kopukluğun fark edilip yeniden bir bilinç oluşacağına inanıyorum. Dilimizi, kültürümüzü ve geleneklerimizi korumak için insanların yeniden yüz yüze iletişim kurması, birlikte vakit geçirmesi gerekiyor. Herkesin kendi ‘dijital mahallesine’ çekildiği bir düzende sürdürülebilir bir topluluk inşa etmek mümkün değildir.
Son olarak, sizce geleceğin şehirleri nasıl bir yaşam anlayışı üzerine kurulmalı?
Geleceğin şehirleri, ‘yaşam değerleri’ üzerine kurulmalıdır. Doğal çevrenin korunması, günümüzde endüstriyel gelişimin yarattığı tahribat nedeniyle her zamankinden daha önemlidir. Kapitalist ve çok uluslu şirketlerin kaynakları sınırsızca sömürmesi, doğaya büyük zarar vermektedir. Bu nedenle doğal çevreye duyarlı bir şehircilik anlayışı geliştirmek şarttır. Ayrıca mimari dokuların ve kültürel mirasın korunması da büyük önem taşır. Sokakların, caddelerin, kent peyzajlarının korunması, beraberinde insanların sosyalleşebileceği, kültürel pratikleri sürdürebileceği alanların yaratılmasını sağlar. Günümüzde kent meydanları artık buluşma yerleri olmaktan çıkmış, reklam panolarıyla dolu, hızla geçip gidilen alanlara dönüşmüştür. Oysa Avrupa şehirlerinde hâlâ canlı, yaşayan meydanlar görmek mümkündür. Şehirlerde tektipleşmeden kaçınmak gerekir. Her yerde aynı ‘I love you’ tabelaları, aynı maketler görmek yerine, yerel sembollerimizi ve özgün dokularımızı korumalıyız. Her kentin kendi kimliğini yaşatması, sürdürülebilirliğin kültürel boyutunu oluşturur. Eğer bu bilinci kaybedersek hem doğal çevreyi hem de kültürel mirasımızı kaybederiz. Kentler, “SimCity” oyunundaki gibi birbirinin kopyası hâline gelir. Bu nedenle bireyden başlayıp sivil toplum, yerel yönetim ve merkezi yönetim düzeyine kadar uzanan bir bilinç değişimi gerekmektedir.
